Show newer

Nazi cephesinde kızıl bir firar: Heinz Kessler – Kavel Alpaslan

Nazi Almanyası 1941 haziranında Sovyetler Birliği’ne savaş açtığında askere alınıp Doğu Cephesi’ne gönderilen yüz binlerce Alman gencinden biri de yirmi yaşındaki Heinz Kessler’dir. Bir otomobil tamircisi, Aşağı Silezyalı. Fakat göğsündeki gamalı haç ya da gri üniforması sizi yanıltmasın, onun kalbi cephenin diğer tarafında atıyor. Kessler, kendini bildiğinden beri emekçi ve yine kendini bildiğinden beri komünist.

Nazi Almanyası o günlerde gücünün doruğundadır. Gafil avladığını düşündüğü Sovyetler Birliği’nin üzerine meşhur Barbarossa Harekatı ile yürürken kentler ve kasabalar birbiri ardına düşer. Kessler’in komutanı operasyonun başlamasından henüz üç hafta sonra genç askeri yanına çağırır ve ona bir Sovyet birliğine yaklaşıp istihbarat toplama görevi verir. Kessler, komutanın dediğini yapar. Sovyet birliğine gizlice yaklaşır yaklaşmasına, ancak onlar hakkında bilgi toplamak için değil Kızıl Ordu’ya katılmak için!

Bu yeni cepheye vardığında tek başına değildir. Benzer sebeplerle Kızıl Ordu’ya geçen diğer Alman askerlerle tanışır. Savaş boyunca Nazi yönetimine karşı propaganda çalışmaları yapan Özgür Almanya Ulusal Komitesine (NKFD) dahil olur. Nazi askerlerini firara davet eden radyo yayınları seslendirir, esir alınan Alman subayları sorgular, savaş esirleri arasında örgütlenme çalışmaları yapar.

Firarının ardından hakkında Almanya’da kendisine yokluğunda ölüm cezası verilir. Üstelik tek hüküm giyen kendisi değildir; annesi tutuklanıp Ravensbrück Toplama Kampına gönderilir. Savaşın sonunda Kızıl Ordu bu kampı özgürleştirinceye kadar annesini göremez.

Kurtuluştan yıkılışa

Memleketine döndüğünde ölüm cezası bir tarafa, artık Kessler tüm gençliğiyle sosyalist yeni bir inşanın parçasıdır. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DAC-namıdiğer Doğu Almanya) kuruluşunda yer alır, yüksek görevler üstlenir. En sonunda 1985 yılında Savunma Bakanlığına getirilir. Kessler son ana kadar koruduğu bakanlık görevini DAC’ın yıkılışına kadar sürdürür. Fakat bu dönem inşa süreci gibi parlak değildir. Her ne kadar Sovyetler Birliği’ndeki çatırdama sinyallerine DAC, daha temkinli yanıtlar vermiş olsa da 1989 yılında Berlin Duvarı yıkılır.

Kessler ise yaşanan çözülme sürecinde geri adım atmayan isimlerden biri olarak tarihe geçer. Savunma Bakanlığı görevinin de ağırlığıyla birlikte Doğu Almanya’nın ilhakından sonra 7 yıl hapis cezasına çarptırılır.

Kaybedilen hakların özgürlüğü

1980’lerin sonlarında hız kazanan ve Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle sonuçlanan süreç, özgürlük getiren Berlin Duvarı mitinin aksine tüm dünya halklarının üzerine kara bir bulut olarak çöker. Neoliberal kuşatma ile birlikte yoksullar daha da yoksullaşırken tüm emekçiler onlarca yıllık mücadele ile kazandıkları sosyal hakları bir bir yitirmeye başlar. Başta eski sosyalist ülkeler olmak üzere geleceksizlik geçtiğimiz yüzyıla oranla korkunç bir sorun haline gelir.

Böylesi bir atmosferde yaşanan yıkımın getirdiği travma tüm dünyada, sosyalist hareketlerden kimi kişilerin ya da kurumların ‘yeni düzene’ dahil olmak için vaftiz sırasına girmesine neden olur. Zayıf iradeler bir yenilgide darmadağın olup ‘yeni arayışlar’ adı altında reformizme sürüklenirken Kessler gibiler henüz yıkılan sosyalist iktidarların üzerindeki duman tüterken dahi inancından bir şey kaybetmez.

1996’da bir gazetecinin ‘Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Avrupa halklarının özgürlüğe kavuştuğunu, bunun hakkında ne düşündüğünü’ sorması üzerine Kessler, özgürlük tanımını 1990’larda kaybedilen haklarla birlikte ele alır: “Tabii, Doğu Avrupa’da insanların tadını çıkarttığı yeni özgürlük hakkında anlatılanları ben de duydum. Ama özgürlüğü nasıl tanımlıyorsunuz? Evet, bugün Doğu Avrupa’da milyonlarca kişi iş sahibi olmaktan özgür, güvenli sokaklardan özgür, sağlık hizmetlerinden özgür, toplumsal güvenceden özgür.”

Siyaset sahnesinden çekilmeyen Kessler, daha sonrasında Almanya Komünist Partisi (DKP) içerisinde faaliyet yürütür, hatta 2011 yılında ilerleyen yaşına rağmen bu partinin Berlin Belediye Başkanı adayıdır.

‘İnancı günlük modaya kurban etmek’

Tahmin edilebileceği üzere burjuva-liberal medyada onun hakkında çok fazla beylik itham kaleme alınır. Ölüm haberini fırsat bilenler, Kessler’e ‘Korku devletinin mimarı’ ya da ‘Değişen dünyaya rağmen ideallerine hâlâ bağlı kalan bir ahmak’ dediler. Fakat bugün Kessler’in bir asırlık hayatını değerli kılan, düşüncesinin çekirdeğini değiştirmeden yaptığı zorlu seçimlerde yatıyor. Kessler hem hayatının hem de ülkesinin iki kritik anında geri adım atmaz.

Kessler’in siyasi iradesine odaklanınca onu kusursuz bir aziz ilan ediyor değiliz. Şüphesiz, farklı bir açıyla hayatına yaklaşıyor olsaydık görev yaptığı süre içerisinde ya da sonrasında eleştirilebilecek yönleri konuşabilirdik. Ne de olsa gerçek anlamda kıymeti olan eleştiriler, hayatı tek bir boyuttan okuyan burjuva-liberallerin lensinden çıkmıyor. Fakat Kessler’in 97 yıllık hayatına ilk bakışta gözümüze çarpan şey, savaş cephelerinde başlayan hikayesinin, son anına kadar bir süreklilik gösteriyor oluşu. Zihnimizde zaferlerle ve yenilgilerle karşılaşsa da yıkılmayan bir dalgakıran inşa etmiş bir komünistin hikayesini görüyoruz. 97 yaşında öldüğünde gardırobundaki üniforma, 20 yaşındayken karşı cephedeki kızıl bayrağın altında giydiği üniformadır.

Tarihin gelgitlerinde sular yükselirken sağlam durabilmek hiç de görüldüğü kadar basit bir şey değil. Şimdiki zamanın ruhu öylesine baştan çıkartıcı bir şey ki, insan akıntının yönünü kolay kolay kestiremiyor.

Kessler’in bu konu hakkındaki sözleriyle bitirmek gerekirse:

“Bazı konularda konumumu değiştiremem. Komünist düşüncelerimi, günün modasına kurban etmeyi reddediyorum. Demokratik merkeziyetçiliğe ve devrimci sosyalist partiye olan inancımı koruyorum. Şu anda yürürlükte olan sistemler insanların ekonomik, sosyal ve çevresel sorunlarını çözmüyor. Başka yollar bulunmalı. Yeni toplumsal yapılar ortaya çıkacak. İnandığım sosyalist ilkeleri benimseyen bazıları da bunlara dahil olacak.”

yenicag.com.cy/2025/05/nazi-ce

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Dışişleri Şehitleri Anıtı ve Anı Mekanı Fikir Projesi Yarışması Kolokyumu'nda 1915 soykırımının başlıca sorumlularından Talat Paşa için Ankara'da bir anıt yaptırdığını açıkladı.

Ankara Büyükşehir Belediyesi Konferans Salonu’nda düzenlenen kolokyumdaki konuşmasında Yavaş “Ankara’mızda Talatpaşa Bulvarı üzerinde Osmanlı Devleti’nin son döneminde görev almış, Ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden Talat Paşa’nın anısını yaşatmak amacıyla bir anıt yerleştirdik. Bu projenin bir anıt olmanın ötesinde, bir toplumun geçmişine sahip çıkma iradesi olduğunu belirtmek isterim” dedi

CHP'li belediye başkanının bu açıklaması üzerine tarihçi yazar Ayşe Hür, X hesabından şu paylaşımı yaptı: “O kişi masum bir 'devlet adamı' veya 'diplomat' değil. 1915 Ermeni ve Süryani Soykırımı’nın mimarı; Osmanlı İmparatorluğu’nu Cihan Harbi’ne sokarak tarihe gömülmesinin baş müsebbibi; yenilginin sorumluluğunu yüklenmek yerine bir Alman torpidosu ile ülkeden firar eden bir suçlu.”

15 Mart 1921 tarihinde Berlin’de Daşnaktsutyun militanı Tehliryan tarafından tabanca ile vurularak öldürülen Talat Paşa’nın uzun süre Berlin Müslüman Mezarlığı’nda kalan nâşı yirmi iki yıl sonra 25 Şubat 1943'de İstanbul’a getirilerek törenle Abide-i Hürriyet’e gömülmüştü.

Alıntı

lemmy.world/post/30651518

Yoktan Yaratma Ve Büyük Patlama Teorisi – Wesley Morriston

Özet: William Lane Craig, yoktan yaratılış (ex nihilo) doktrininin evrenin kökenine ilişkin Big Bang teorisi tarafından güçlü bir şekilde desteklendiğini iddia etmektedir. Bu makalede, Craig’in bu iddiasına yönelik argümanlarını eleştirel bir şekilde inceliyorum. Bu argümanların başarısız olduğu ve Big Bang teorisinin yoktan yaratılış doktrinine hiçbir destek sağlamadığı sonucuna varıyorum. Evrenin bir “ilk nedeni” olduğu kabul edilse bile bu nedenin evreni yoktan yarattığını düşünmek için hiçbir sebep yoktur. Big Bang teorisi söz konusu olduğunda, evrenin nedeni Adolf Grunbaum’un “halihazırda orada” olan şeyi şekillendiren bir neden olarak “dönüştürücü neden” dediği şey olabilir.

Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı. Yeryüzü şekilsiz ve boştu, karanlık derin suları kaplamıştı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.

Teorimizin son adımlarına ulaşmadan çok önce peri diyarına girmiş oluruz; ve orada genel argüman yöntemlerimize güvenmek ya da olağan analojilerimizin ve olasılıklarımızın herhangi bir yetkiye sahip olduğunu düşünmek için hiçbir nedenimiz kalmaz. İpimiz, böylesine derin uçurumları kavrayamayacak kadar kısadır.

Adolf Grünbaum’un da belirttiği gibi bilinen pek çok neden “dönüştürücü” niteliktedir. Bir kişi bir şey yarattığında onu başka bir şeyden yaratır.1 Önceden var olan bir malzemeyi başka bir şeye (etkiye) dönüştürür. Marangoz ahşabı keser ve ev yapmak için bir araya getirir, çömlekçi çömlek yapmak için kilini şekillendirir ve pişirir, vb.

Yaratılış 1, Tanrı’nın “şekilsiz boşluk” ile bu tür bir şey yaptığını – gökyüzü, yeryüzü ve denize yol açan adım adım gelişen bir süreçte onu şekillendirdiğini söylüyor olarak okunabilir. Ancak geleneksel Hristiyan yorumuna göre hikâyenin tamamı bu değildir. Eğer Tanrı’nın evreni yarattığı bir İlk Şey (belki de “şekilsiz bir boşluk”) varsa o zaman onu da yaratmış olmalıdır. Ve bu İlk Şey olduğu için onu başka herhangi bir şeyden yapmamıştır. Onu yoktan yaratmıştır.

Geleneksel Hristiyan yaratılış doktrini genellikle Aristotelesçi terimlerle ifade edilmiştir: Tanrı evrenin fâil nedenidir. Hiç şüphe yok ki Tanrı yaratırken aklında belirli bir şey vardı (formel neden) ve hiç şüphe yok ki yaratma nedenleri vardı (ereksel neden). Ancak Tanrı’nın ilk yaratma eyleminde kullandığı bir “şey”, maddi bir neden yoktu.

Ancak yoktan yaratma ile ne kastedildiğini açıklamak için Aristoteles’in Dört Nedeni’ne ihtiyacımız yoktur. Şu anki amaçlar doğrultusunda şu tanımı benimseyeceğim:

x, ancak ve ancak i) y, x’in var olmasına neden oluyorsa ve ii) y, başka bir maddi şeyi dönüştürerek x’in var olmasına neden olmuyorsa y tarafından yoktan yaratılmıştır.2

Kolaylık ve üslup farklılığı açısından, “dönüştürücü neden” tarafından değiştirilen temel maddi şeye atıfta bulunmak için Aristotelesçi “maddi neden” ifadesini kullanmaya devam edeceğim.

Şimdi, tartışma için evrenin çok güçlü bir kişi tarafından var edildiğini varsayalım. Bu kişi neden “dönüştürücü bir neden” değildir? Neden ortada maddi bir neden olduğunu varsaymıyoruz? Hristiyanlar neden Tanrı’nın evreni yoktan yaratmış olması gerektiğinde ısrar etmektedir?

Bu geleneksel doktrin için kutsal metinlerde çok az destek bulunmasına rağmen3 bariz teolojik sebepler vardır. Felsefi düşünen Hristiyanlar uzun zamandır Tanrı’nın sadece var olan en büyük varlık değil aynı zamanda düşünülebilecek en büyük varlık olduğunu kabul etmişlerdir. Önceden var olan maddi bir şeyi şekillendirmeden yaratamayan bir Tanrı bu maddenin doğası tarafından sınırlandırılmış olurdu ve sadece malzeme stokunun izin verdiği kadarını yaratabilirdi. Böyle bir Tanrı Düşünülebilecek En Büyük Varlık olmayacaktır zira gücü bu şekilde sınırlanmamış bir Tanrı’yı tutarlı bir şekilde tasavvur etmek mümkündür.

Bununla beraber, son yıllarda bazı Hristiyan filozoflar bilimsel ve felsefi değerlendirmelerin evrenin herhangi bir şeyden meydana gelmediğini gösterdiğini öne sürmüşlerdir. Özellikle William Lane Craig yoktan yaratılışın evrenin kökenine ilişkin Big Bang teorisi tarafından güçlü bir şekilde desteklendiğini savunmuştur. Craig bu sonuç için en az iki farklı argüman sunmaktadır. Bunlardan ilki başlangıçtaki tekilliğin varsayılan “sonsuz yoğunluğuna”, ikincisi ise başlangıçtaki tekillikten önce zamanın olmadığı iddiasına dayanmaktadır.

Grünbaum ise evrenin bir nedeni olduğu iddiasının hiçbir makul yorumundan yoktan yaratılışın çıkmayacağını güçlü bir şekilde savunmuştur. Günlük deneyimde ve bilimsel açıklamalarda kabul edilen türden nedenler ya bilinçli bir failliği içermez ya da içeriyorsa da önceden var olan bazı materyallerin dönüşümünü içerir. Her iki durumda da klasik teizmin öngördüğü türden bir nedene sahip olmayız. Dolayısıyla, her şeyin (evrenin başlangıcı da dahil olmak üzere) bir nedeni olduğu önermesi kabul edilse bile buradan evrenin yoktan yaratıldığı sonucu çıkmaz.4

Bu makalede, Craig’in “Big Bang” argümanlarının hiçbirinin Grünbaum’un iddiasını çürütmede ya da Big Bang teorisi ile yoktan yaratılış arasında bir bağlantı kurmada başarılı olmadığını göstereceğim. Evrenin çok güçlü bir kişi tarafından yaratıldığı kabul edilse bile Big Bang teorisi bu kişinin evreni yoktan var ettiği iddiasına hiçbir destek sağlamamaktadır. Big Bang teorisine göre evrenin yaratılışı başka bir şeyin dönüştürülmesinden ibaret olabilir. Ve Tanrı Büyük Patlama’nın nedeni olsa bile, ilk yaratıcı eylemi kendisinin yaratmadığı bir şeyin şekillendirilmesinden ibaret olabilir.

Birinci Argüman

Craig, “Yoktan Yaratmaya Yönelik Felsefi ve Bilimsel İşaretler” başlıklı makalesinde Big Bang teorisinin yoktan yaratmayı gerektirdiğini savunmaktadır. Craig’e göre evrenin genişlemesi hakkında bilinenlerin “şaşırtıcı sonucu” şudur: “Geçmişte bir noktada, bilinen tüm evren tek bir noktaya büzülmüştür. . “5. Zamanda geriye gittikçe “evrenin ‘hiçliğe kadar küçüldüğü’ bir noktaya” ulaşırız. Craig’in ısrarla vurguladığı üzere bu da evrenin yoktan yaratıldığını göstermektedir.

“Sonsuz yoğunluk” hâlinin “hiçlik” ile eş anlamlı olduğu düşünüldüğünde, evrenin başlangıcına işaret eden bu olay daha da şaşırtıcı hâle gelmektedir. Sonsuz yoğunluğa sahip hiçbir nesne olamaz, çünkü herhangi bir boyuta sahip olsaydı, sonsuz yoğun olmazdı… Dolayısıyla, Big Bang modelinin gerektirdiği şey, evrenin bir başlangıcı olduğu ve yoktan yaratıldığıdır.6

Argüman ana hatlarıyla şu şekilde özetlenebilir:

Big Bang teorisine göre, evren “sonsuz yoğunluktaki bir noktadan büyük bir patlamayla başlamıştır.”7“Sonsuz yoğunluğa” sahip “hiçbir nesne olamaz. “ Dolayısıyla, “sonsuz yoğunluk” “hiçbir şey” ile eş anlamlıdır. Dolayısıyla, Big Bang teorisi8 “evrenin bir başlangıcı olmasını ve yoktan var edilmesini gerektirir.“

Craig’in bu argümanının bizi uzun süre oyalamasına gerek yok. En azından üç tane oldukça açık ve belirleyici itirazımız vardır.

(i) İlk olarak, “sonsuz yoğunluk” ile “hiçbir şey” eş anlamlı değildir ve Craig’in Büyük Patlama teorisi ifadesinde yer alan “başlangıç tekilliği” basitçe hiçlik değildir. Salt bir hiçlik, sonsuz yoğunluktaki “noktasal evren“in9 varsayıldığı gibi genişlemeye başlayamazdı. Uzamsal ve zamansal yayılımdan yoksun olsa dahi başlangıçtaki tekillik başka özelliklere, örneğin “nokta olma” özelliğine sahip olacaktır. Bu nedenle yalnızca bir hiçlik değil, aksine oldukça dikkate değer bir şey olacaktır. Dolayısıyla, 3. Öncül açıkça yanlıştır.

İkinci olarak, (3), (2)’den çıkarılamaz. Hiç kimse yuvarlak karelerin var olamayacağı gerçeğinden, “yuvarlak kare”nin “hiçlik” anlamına geldiğini düşünmez. Aynı şekilde, sonsuz yoğunluğa sahip nesnelerin var olamayacağı gerçeğinden(bu bir gerçekse), “sonsuz yoğunluk” ifadesinin “hiçlik” ile eş anlamlı olduğu sonucuna varılmamalıdır.

(iii) Ancak (2)’den ilginç bir sonuç çıkmaktadır. Eğer hiçbir nesne sonsuz yoğunluğa sahip olamıyorsa o zaman evren hiçbir zaman sonsuz yoğunluk durumunda olmamıştır ve argümanın 1. öncülünde yer alan Büyük Patlama yorumu yanlıştır. O halde Craig’in ya Big Bang teorisinin söylediklerini bu şekilde tarif etmekten vazgeçmesi ya da sonsuz yoğunluğa karşı katı tutumunu gevşetmesi gerekmektedir. Her iki durumda da yoktan yaratılış için bu argüman sağlam değildir.

Günümüzde çok az Büyük Patlama teorisyeni bir “nokta evren” ya da “sonsuz yoğunluk hâli” olduğunu söylemektedir.10 Standart Büyük Patlama modeline göre, sürmekte olan genişlemenin “geometrisinin” geçmişini zamanda geriye doğru izlediğimizde evrenin çapının sürekli olarak azaldığı ve giderek sıfır sınırına yaklaştığı doğrudur. Ancak sıfır çapa sahip olmak, bir zamanlar gerçekten var olan herhangi bir şeyin durumundan ziyade ideal bir sınır olarak düşünülmelidir.

Bununla beraber, bu sınıra yaklaşırken evrenin davranışı hakkında güvenilir çıkarımlar yapmamızı sağlayan bir teorimiz yoktur. Genel göreliliğin 10-45 saniyeden (“Planck zamanı” olarak adlandırılır) önce geçersiz kaldığı ve kuantum etkilerinin bu noktanın ötesinde önemli hale geldiği iyi bilinmektedir. İhtiyaç duyulan şey bir şekilde “hem genel görelilik hem de kuantum teorisinin ilkelerini bir araya getiren” bir teoridir.11 Böyle bir teori ortaya çıkana kadar evrenin tarihindeki en erken aşamaya ilişkin tüm iddialar tamamen spekülasyon kategorisinde kalacaktır.12

İkinci Argüman

Craig, “Kökenler Hakkındaki Nihai Soru: Tanrı ve Evrenin Başlangıcı” başlıklı makalesinde yoktan yaratılış ile Big Bang teorisi arasındaki ilişkiyi oldukça farklı bir şekilde açıklamaktadır:

Standart Big Bang modeli… geçmişte ebedi olmayan ancak sonlu bir zaman önce var olmaya başlayan bir evreni tanımlamaktadır. Dahası -ki bunun altını çizmek gerekir- ortaya koyduğu köken mutlak bir yokluktur. Çünkü yalnızca tüm madde ve enerji değil, uzay ve zamanın kendisi de ilk kozmik tekillikte ortaya çıkmıştır…. Böyle bir modelde, evrenin kökeni ilk tekillikte Daha önce bir uzay-zaman noktası olmadığının doğru olması ya da Tekillikten önce bir şeyin var olduğunun yanlış olması anlamında yokluktan gelmektedir. 14

Bu pasajda, Craig “başlangıçtaki kozmik tekilliği” “hiçbir şey” ile bir tutmamaktadır. Bunun yerine, söylediği şey zaman içinde hiçbir şeyin ilk tekillikten önce gelmediğidir ve bu da onun yoktan var olduğunu göstermelidir. Eğer yaratılmışsa – ki Craig elbette zamansız bir kişi tarafından yaratıldığını gösterebileceğine inanmaktadır – o zaman yoktan var edilmiş olmalıdır. Bu durumda, yaratımın maddi olmayan ancak fâil bir nedeni vardır. Yaratıcı, önceden var olan maddi bir şeyi dönüştürerek ilk tekilliği yaratmamıştır. Bunu yapamazdı çünkü yaratılıştan önce zaten zaman yoktu.

Bu argüman rahatlıkla şu şekilde özetlenebilir:

 Başlangıç tekilliği uzay-zamanın en erken noktasında mevcuttur. Uzay-zamanın en erken noktasından önce zaman yoktur. Bu nedenle başlangıç tekilliğinden önce zamansal olarak hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla başlangıç tekilliği yoktan var olmuş olmalıdır. Sonuç olarak, eğer başlangıç tekilliği yaratılmış ise o zaman yoktan yaratılmış olmalıdır.

Bu argümanla ilgili en az iki sorun vardır. Birincisi, Büyük Patlama teorisinin 6. önermenin doğruluğunu gerektirmemesidir. Evrenimizin uzay-zamanının ilk tekillikte (ya da kısa bir süre “sonra”) başladığı kabul edilse bile, zamanın o zaman başladığı sonucu çıkmaz.

Bunu görmek için Tanrı’nın ilk tekilliği yarattığını ancak önce başka pek çok şey yaptığını varsayalım. Belki de (kendi “uzay-zamanları” olan) başka evrenler yaratmıştır – ya da belki de evreni yaratmadan önce bir süre düşünmüştür. Craig’in Grünbaum’a verdiği yanıtlardan birinde öne sürdüğü gibi Tanrı yaratılışa kadar “saymış” olabilir.

… Tanrı’nın yaratılışı “1, 2, 3, . . ., ışık olsun!” diye sayarak başlattığını varsayalım. Bu durumda sadece zihinsel olaylar dizisi, t =0’da fiziksel zamanın başlamasından önce zamansal bir ardışıklık oluşturmak için yeterlidir. Fiziksel zamanın başlangıcından önce Tanrı’nın zihnindeki bilinç içeriklerinin ardışıklığına dayanan bir tür metafiziksel zaman olacaktır. Dolayısıyla, hem Büyük Patlama’nın nedeninden hem de evrenin başlangıcından söz etmek anlamlıdır.15

Craig’in Büyük Patlama teorisini tanımlama biçimi göz önüne alındığında belki de düşünce deneyindeki “sayım” şu şekilde olmalıdır: “1, 2, 3, …, Sonsuz yoğunlukta bir parçacık olsun!”15 Uzay-zaman, Tanrı “Sonsuz yoğunlukta bir parçacık olsun!” dediğinde (ya da dedikten kısa bir süre sonra) başlar. Bu hayali senaryoda, uzay-zamanın yaratılışı daha temel bir zaman türü içinde gerçekleşir – evrenimizin varlığından bağımsız olarak mükemmel bir şekilde düşünülebilecek bir zaman türü. Craig buna “metafiziksel zaman” demektedir.

Metafiziksel zamanın doğası nedir? Craig’e göre; geçmiş, gelecek ve şimdi arasında süreğen geçişliliğe sahip, dinamik ve göreceli değildir. Hangi olayların gelecek, hangilerinin şimdiki zaman ve hangilerinin geçmiş olduğu konusunda sürekli değişen bir gerçek vardır. Gelecekteki olaylar şimdiki zamana, şimdiki olaylar geçmişe dönüşür ve geçmişteki olaylar gittikçe daha da geçmişe gömülür.

Evrenin başlangıcından önce metafiziksel zamanda var olan ve yok olan, tamamen zihinsel olaylardan oluşan zamansal bir serinin mümkün olduğunu az önce gördük. Ancak, uzay-zamanımızın başlangıcından önce meydana gelen zihinsel olmayan olayların zamansal bir serisinin imkânı için de herhangi bir apriori engel yok gibi görünmektedir. Eğer bunu yapmak isteseydi, Tanrı bizimkini yaratmadan önce her biri kendi tarihi ve kendi özel yasaları olan bir dizi evren yaratabilirdi.

Craig’in açıkça kabul ettiği gibi, Tanrı’nın evrenimizin uzay-zamanını yaratmadan çok önce metafizik zamanı yaratmış olma kudreti varsa buradan uzay-zamandaki en erken noktadan (t = 0) zamansal olarak önce bir şey olabileceği sonucu çıkar ve Craig’in yoktan yaratılış argümanının 6. öncülü yanlış olur. Öncül 6 yine de doğru olabilir, metafiziksel zaman ve uzay-zaman birlikte başlamış olabilir. Ancak Big Bang teorisi metafiziksel zaman hakkında hiçbir şey söylemediğinden ötürü Craig bunu göstermek için tutarlı bir şekilde Big Bang teorisine başvuramaz.

Craig’in argümanında yanlış olan tek şey bu olsaydı tartışmalı 6. öncüle dayanmadan aynı sonuç için bir argüman üretmesi yeterince kolay görünebilirdi. Eğer Craig’in savunduğu gibi metafiziksel zamanın bir başlangıcı olması gerekiyorsa o zaman bu başlangıç ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin -ister t=0’dan önce ister t=0’da- ondan önce bir zaman yoktur. Ve her iki durumda da Craig’in bir şeylerin yoktan var olduğunu söyleyeceğine inanıyorum.

Bununla birlikte, Büyük Patlama teorisinin böyle bir argümana hiçbir katkıda bulunmayacağını belirtmek yerinde olacaktır. Daha da önemlisi, belki de gözden geçirilmiş argüman evrenin (ya da herhangi bir parçasının) yoktan yaratıldığını değil, yalnızca bir şeyin ya da başka bir şeyin yaratıldığını ortaya koyacaktır. Craig’in sonsuz bir geçmiş olasılığına karşı apriori argümanları başarılı olsa bile göklerin ve yerin yoktan yaratıldığını göstermesini sağlamayacaktır.

Bu noktayı bir kenara bırakarak, metafiziksel zamanın ilk anının uzay-zamanda t=0 ile çakıştığı varsayılırsa Craig’in argümanının nasıl bir sonuç vereceğini soralım. Bana öyle geliyor ki bu hâlâ bize “yoktan var olma” sonucunu vermiyor. Argümanın 7. adımından çıkan sonuç sadece evrenin t=0’dan daha önceki bir zamanda var olan bir şeyden ortaya çıkmadığıdır, hiçbir şeyden oluşmadığı değil. (7)’den (8)’e geçmek için ek bir önermeye ihtiyacımız var:

7 (1/2). Eğer ilk tekillikten önce zamansal olarak hiçbir şey yoksa, o zaman yoktan var olmuş olmalıdır.

Ne yazık ki, 7 (1/2)’nin doğruluğu hiç de açık değildir. Craig’in evrenin zamansız ve kişisel bir Tanrı tarafından meydana getirildiği iddiasını kabul etsek bile neden Tanrı’nın zamanın dışında var olan tek varlık olduğunu varsayarak ona katılalım? Neden Tanrı’nın evreni “oluşturduğu” zamansız bir “şey” de olmasın? Eğer Tanrı tekilliği zamansız bir şeyden yaratmış olsaydı, bu durumda zamansal olarak ondan önce hiçbir şey olmasa bile yoktan var olmazdı ve 7(1/2) yanlış olurdu. O halde, evrenin başlangıcından önce zaman olmasa bile evrenin başlangıcının maddi bir nedeni olabilir gibi görünmektedir.

Craig’in bu olasılığı dikkate almamasının nedeninin, evrenin maddi bir nedeni olma olasılığını maddenin/enerjinin yaratılışta belirli bir rol oynama olasılığı ile eşitlemesi olduğuna inanıyorum. Maddenin/enerjinin kendisinin yaratılmış olduğunu varsayarsak yaratılışın nedenleri arasında yer almaları pek mümkün değildir. Ve madde/enerji zamansal süreye sahip olduğundan ötürü buradan evrenin maddi nedeninin (eğer varsa) zamansız olamayacağı sonucu da çıkar.

Craig’in evrenin maddi bir nedeni olma olasılığı hakkında bu şekilde düşündüğü evrenin kökenine ilişkin “vakum dalgalanması” modelleri hakkındaki son tartışmasında görülebilir.

Yine de vakum dalgalanma modelleri evrenin maddi bir nedeni olmadığını akla yatkın kıldığı ölçüde…. teizme hizmet etmektedir. Teistin evrendeki madde/enerji toplamının sıfır olduğunu ve dolayısıyla Tanrı’nın evreni yaratırken hiçbir maddi alt katmana ihtiyaç duymadığını söyleyerek yaratılışı yoktan yaratma olarak açıklamaması için hiçbir neden yoktur.17

Craig burada madde/enerjinin yaratılış için mümkün olan tek “maddi alt katman” olduğunu varsaymaktadır. Eğer Büyük Patlama’dan önce madde/enerji toplamı sıfır olsaydı (Craig’in yaratılışın vakum dalgalanması modeli18 tarafından varsayıldığını düşündüğü gibi), Craig bunun evrenin yoktan yaratıldığı iddiasını destekleyeceğini düşünmektedir. Ayrıca, kendisinin de savunduğu gibi, madde/enerji asla “durgun” olmadığından19 , zamansız bir maddi neden olamayacağı sonucu da çıkmaktadır.

Ama neden Tanrı’nın evreni yaratmış olabileceği tek olası “maddenin” madde/enerji olduğunu varsayalım? Bu rolü oynayabilecek herhangi bir zamansız “madde” ile tanışmadığımız doğrudur. Ancak zamansız kişilerle de karşılaşmıyoruz ve Craig’in bu fikirle bir sorunu yok. Aslında, tüm zamansal düzenin başlangıcı için fâil bir nedene duyulan ihtiyacın onu böyle bir varsayıma zorladığını düşünmektedir. Öyleyse neden Tanrı’nın üzerinde çalışabileceği zamansız bir maddi “şey” de olmasın?

Craig, hiçbir şeyin bir neden olmadan var olmaya başlayamayacağının apaçık olduğunu – dürüst ve rasyonel bir insanın kabul etmek dışında bir şey yapamayacağı kadar apaçık olduğunu – iddia etmiştir.20 Ancak, görebildiğim kadarıyla maddi bir nedene duyulan ihtiyaç fâil bir nedene duyulan ihtiyaçla tamamen aynıdır. Bunu görmek için bir evin varoluşunu açıklamak için önerilebilecek aşağıdaki “hikayeleri” düşünün.

Hikaye 1. Ne kereste, ne çivi, ne tuğla, ne harç, ne de herhangi bir inşaat malzemesi varmış. Ama bir inşaatçı varmış. Bir gün, “Beş, dört, üç, iki, bir, bir ev olsun!” demiş ve bir ev olmuş.Hikaye 2. İnşaatçı yokmuş ama kereste, çivi, tuğla, harç ve diğer gerekli inşaat malzemeleri varmış. Bir gün bu malzemeler kendiliğinden bir ev şeklinde organize olmuş.

1. Hikayenin 2. hikayeden herhangi bir şekilde üstün olduğunu düşünmüyorum. Her iki hikaye de dünyanın işleyişine dair deneyimlerimizle uyumsuzdur. Her ikisi de son derece karşı-sezgiseldir. Gerçek şu ki, bir evin hem fâil hem de maddî bir nedene ihtiyacı vardır.

Kuşkusuz, evren bir ev değildir. Ancak görebildiğim kadarıyla, evren en az fâil bir nedene olduğu kadar maddî bir nedene de ihtiyaç duymaktadır. O halde Craig’in evrenin nedenlerinin (eğer varsa) zamansız olması gerektiğini düşünmekte haklı olduğunu varsayalım. Ve yine varsayalım ki -her ne kadar zamansız bir insanla hiç karşılaşmamış olsak da- evrenin fâil nedeni olarak yalnızca bir tanesini varsaymamız gerektiğini düşünmekte de haklıdır. O zaman neden zamansız bir maddi neden varsaymak da aynı derecede uygun olmasın?

Evrenin zamansız maddi nedeni için bir adayım yok. Aşina olduğumuz yegane “maddeler” bu dünyaya ait maddelerdir ve hepsi de zaman içinde var olurlar. Ancak aşina olduğumuz tek kişilerin bu dünyadaki kişiler olduğu ve hepsinin de zaman içinde var olduğu da aynı derecede doğrudur. O halde sorum gayet makul görünüyor. Tüm doğal düzenin fâil nedeni olarak zamansız bir kişiyi öne sürme konusunda Craig’i takip ediyorsak neden evrenin nedeni olarak da zamansız bir “maddi şey” öne sürmeyelim?

Birisinin aklına evrenin maddi nedeninin zamansız olamayacağı çünkü evrenin bir parçası ya da bir yönü olduğu ve bu tür her parça ya da yönün zamansal olduğu şeklinde bir itiraz gelebilir. Evrenin maddi nedeni (eğer bir maddi nedeni olsaydı) yaratılıştan sonra ortadan kaybolmazdı. Evrenin “yapılmaya” devam ettiği şey olarak fiziksel evrenin içinde kalırdı. Evrenin maddi bir nedeni olsaydı da zorunlu olarak zamansal bir sürekliliğe sahip olurdu.

Belki de. Ancak bu böyle olsa bile Craig’in pozisyonu için yeterli bir savunma değildir. Çünkü zamansız bir fail neden ile zamansız bir maddi neden arasında zamansallık açısından açık bir fark olduğunu gösterememektedir. Hatırlanacağı üzere, Craig evrenin fâil nedeninin yalnızca evren olmaksızın zamansız olduğunu savunmaktadır. Craig, Tanrı evreni yarattığında kendisini de zamanın içine yerleştirdiğini düşünmektedir. Bunun mantıklı olduğunu varsayarsak, Tanrı’nın neden zamanın (ve evrenin) içine zamansız bir maddi neden de yerleştirmemiş olabileceğini sorabiliriz. O zaman evrenin yapıldığı “madde” evren olmaksızın zamansız olurdu. Ancak zamanda başlangıcı olan bir evren yarattığında, Tanrı’nın aynı “maddeyi” zamanın içine koyduğunu varsayabiliriz. Yaratılış noktasında, deyim yerindeyse, evrenin hem maddi hem de fâil nedeni zamana girer.

Okuyucuyu, buradaki amacımın böyle bir yaratılış doktrini önermek olmadığı konusunda temin etmek istiyorum. Sadece, Büyük Patlama hakkında bilinenler göz önüne alındığında, bilinmeyen zamansız bir şeyden yaratılmakla bilinmeyen zamansız bir kişi tarafından yaratılmak arasında bir olasılık farkı olmadığını iddia ediyorum.

Zamansız bir maddeden yaratılışın yoktan yaratılıştan daha az olası olmadığını söylerken her iki olasılığın da özellikle olası olduğunu öne sürmek istemiyorum. Benim mütevazı ve kuşkusuz uzman olmayan görüşüme göre, Büyük Patlama teorisiyle bağlantılı neredeyse her şey son derece spekülatif olduğundan dolayı bu teoriden Büyük Patlama’nın neden(ler)i hakkında kesin sonuçlar çıkarmak büyük bir hata olacaktır. Big Bang teorisinden klasik teizmin doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında herhangi bir sonuç çıkarmak en iyi ihtimalle erken olacaktır.

Ancak hepsi bu kadar değil. Craig’in argümanını destekleyenler, evrenin fâil bir nedene ihtiyaç duyduğuna ancak onun herhangi bir şeyden oluşmadığına ve oluşmasına da gerek olmadığına inanmaktadır. Argümanımın bu pozisyonun sürdürülebilir olmadığını gösterdiğine inanıyorum. Sıradan dünya içi nedensellik durumlarına ilişkin sağduyulu sezgilerimiz evrenin başlangıcına ya makul bir şekilde uygulanabilir ya da uygulanamaz. Eğer uygulanabilirlerse, o zaman yaratılmamış bir “şeyden” yaratılış, yoktan yaratılıştan çok daha olası olabilir! Ne de olsa deneyimimizde, kalıcı şeylerin yapımı her zaman önceden var olan bir malzemenin dönüşümünü içerir.21 Dolayısıyla, burada sağduyulu sezgilere güvenilecekse yoktan yaratılış ihtimal dışıdır. Öte yandan, nedensellik hakkındaki sağduyulu sezgilerimiz evrenin başlangıcına makul bir şekilde uygulanamazsa22 , o zaman epistemik durumumuz bir ilk nedenin varlığı veya doğası hakkında herhangi bir sonuca varmamıza izin vermez. Her iki durumda da, Craig’in Big Bang yoktan yaratılış argümanı temelsizdir.

Bilge bir filozof bir keresinde şöyle demiştir,

Argümanlar zinciri… her ne kadar mantıklı olsalar da bu kadar sıra dışı ve sıradan yaşam ve deneyimlerden bu kadar uzak sonuçlara götürdüğünde, mutlak bir güvence olmasa bile bizi yeteneklerimizin erişiminin oldukça ötesine taşıdığına dair güçlü bir şüphe ortaya çıkmalıdır. Teorimizin son adımlarına ulaşmadan çok önce peri diyarına girmiş oluruz; ve orada genel argüman yöntemlerimize güvenmek ya da olağan analojilerimizin ve olasılıklarımızın herhangi bir yetkiye sahip olduğunu düşünmek için hiçbir nedenimiz kalmaz. İpimiz, böylesine derin uçurumları kavrayamayacak kadar kısadır.23

Hume’un bu dikkat çekici pasajdaki hedefi Malebranche’ın Tanrı’nın “doğada görülen her olayın tek ve doğrudan nedeni” olduğu iddiasıydı. Ancak bu etkili sözlerin mevcut bağlama da çok iyi uyum sağladığını düşünüyorum. Bu sözler, yoktan yaratılış ve Big Bang teorisine ilişkin epistemik durumumuzu oldukça doğru bir şekilde tanımlamaktadır. Burada da bazı filozofların kendilerini “peri diyarına” oldukça kaptırdıklarını düşünüyorum. Burada da “yaygın tartışma yöntemlerimiz” sorabileceğimiz tüm zor soruları çözmekte başarısız olmaktadır.

Son tahlilde, evrenin başlangıcının nedenlerinin (fâil ya da maddî) neler olabileceğini söylemek için elimizde yeterli veri bulunmamaktadır. Kuşkusuz, Büyük Patlama teorisi meseleyi yoktan yaratılış lehine çözmüş değildir. Zaman ve evren aynı anda başlamış olsalar bile, tüm söyleyebileceğimiz, bilinmeyen bir fâil sebep tarafından aynı derecede bilinmeyen maddesel bir “şeyden” yaratılmış olabilecekleridir. İzlenecek en iyi yol, tüm bu tuhaf olasılıklar hakkında yargıda bulunmayı askıya almak olabilir.24

Colorado Üniversitesi, Boulder

Notlar

Adolf Grünbaum, “The Pseudo-Problem of Creation in Physical Cosmology, “Philosophy of Science vol. 56, no. 3 (1989): 373-394. Ayrıca bakınız Grünbaum, “Creation as a Pseudo-Explanation in Current Physical Cosmology,” Erkenntnis 35: 233-254.Aşağıda “maddi neden” ifadesini kullandığımda, Grunbaum’un kullandığı anlamda bir “dönüştürücü neden” tarafından etkilenen temel bir “şey “e atıfta bulunuyorum.Tanrı’nın yoktan yarattığı iddiası Yaratılış 1 tarafından pek desteklenmemektedir.1. ayetin yorumları “Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı…” ile “Tanrı gökleri ve yeri yaratmaya başladığında…” arasında değişmektedir. Her ikisi de Tanrı’nın gökleri ve yeri, Tanrı “yaratmaya başladığında” zaten var olan bir şeyden yarattığı görüşüyle tutarlıdır ve ikinci okuma en azından “şekilsiz boşluğun” Tanrı’nın dünyayı yarattığı şey olduğu görüşüyle tutarlıdır. Tanrı’nın yoktan yarattığına dair Kutsal Kitap’taki tek kesin iddia 2. Makabiler 7:18’de yer almaktadır (Makabiler Roma Katolikleri tarafından kutsal kitap olarak kabul edilirken Protestanlar tarafından kabul edilmemektedir). “The Pseudo-Problem of Creation in Physical Cosmology” içinde. William Lane Craig, “Philosophical and Scientific Pointers to Creation exNihilo”, Contemporary Perspectives on Religions Epistemology içinde, ed. R. Douglas Geivett ve Brendan Sweetman (New York: Oxford University Press, 1992), 191. “Philosophical and Scientific Pointers,” 192. Craig bu argümanı Theism, Atheism, and Big Bang Cosmology (New York: Oxford University Press, 1993), 43-44’te neredeyse kelimesi kelimesine tekrarlamaktadır. “Philosophical and Scientific Pointers,” 192.Craig buna “Standart Big Bang Modeli” demektedir. Bakınız “The Ultimate Question of Origins: God and the Beginning of the Universe,” Astrophysics and Space Science, 269-270 (1999): 723-740.Bu ifade Craig’in “Philosophical and Scientific Pointers” ve “Theism, Atheism, and Big Bang Cosmology” (43) adlı eserlerinde onaylayarak alıntıladığı “dört önde gelen astronom” tarafından kullanılmıştır. Scientific American’da (Mart 1976) yazan J. Richard Gott III, James E. Gunn, David N. Schramm ve Beatrice M. Tinsley şöyle demektedir: “Evren…. yaklaşık bir Hubble zamanı önce…. sonsuz yoğunluktaki bir durumdan başladı. Nokta evren uzayda izole edilmiş bir nesne değildi; tüm evrendi…”Başlangıçta bir tekillik olduğuna inananlar bile bunun sonsuz yoğunluğa sahip olduğunu düşünmemektedir. Bunun yerine, sıfır hacme sahip olduğu için tekilliğin hiçbir yoğunluğa sahip olmadığını varsaymaktadırlar. Yararlı bir açıklama için bakınız Milton K. Munitz, Cosmic Understanding (Princeton University Press: Princeton, NJ, 1990), 111.R. M. Wald, Space, Time, and Gravity: The Theory of the Big Bang and Black Holes (Chicago: University of Chicago Press, 1977), 53.Ohio State astronomu Barbara Ryden konuyu oldukça açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Açıkçası, maddenin daha yüksek sıcaklıklarda ve yoğunluklarda nasıl davrandığı konusunda hiçbir fikrimiz yok. Tüm deneyimlerimiz kıyaslandığında çok daha düşük yoğunluklarla ilgili. Naif bir çıkarım bize evren 0 saniye yaşındayken sonsuz yoğunluk ve sıcaklığa sahip olduğunu söyler, ancak yine de evrenin son derece erken dönemlerinde neler olduğuna dair bilgimiz tamamen spekülasyondan ibarettir.”Craig, “The Ultimate Question of Origins. “William Lane Craig, “The Origin and Creation of the Universe: A Response to Adolf Grünbaum,” British Journal for the Philosophy of Science 43 (1992): 233-240.Craig, bu argümanın “fizikteki zaman kavramının en fazla bir ölçüm aracı olduğu ve zamanın esas yapısını oluşturmadığı veya tanımlamadığı” sonucuna varmak için geçerli bir argüman olduğunu savunmaktadır. Bakınız William Lane Craig, “Design and the Cosmological Argument,” Mere Creation içinde: Science, Faith and Intelligent Design, ed. William A. Dembski (Downers Grove, 111.: InterVarsity Press, 1998), 350-1.Gerçi bunu başka bir yerde de yapmıştım. Bakınız “Zamanın Bir Başlangıcı Olmalı mı?[ “Zamanın bir başlangıcı olmalı mı? Craigin apriori argümanları üzerine bir inceleme” isimli makalemize bakabilirsiniz.]“Philo cilt 2, no. 1 (1999): 5-19. Ayrıca bakınız “Craig on the Actual Infinite,” Religious Studies.William Lane Craig, “Design and the Cosmological Argument,” Dembski,Mere Creation, 345-6.Craig’in vakum dalgalanması modeline ilişkin anlayışının doğruluğuna kefil olamam.William Lane Craig, “The Kalam Cosmological Argument and the Hypothesis of a Quiescent Universe,” Faith and Philosophy 8, no. 1 (1991): 104-108.Başka bir yerde, öncesinde zamanın olmadığı bir “başlangıca” uygulandığında bu ilkenin açıkça doğru olmadığını ileri sürmüştüm. Bakınız “Must the Beginning of the Universe Have a Personal Cause? A Critical Examination of the Kalam Cosmological Argument,” Faith and Philosophy 17, no. 2 (2000): 149-169.Bu kuralın herhangi bir istisnası kesinlikle bir mucize olarak kabul edilecektir. Bu tür mucizelere dair güçlü ampirik kanıtlar olsaydı, bu durum yoktan yaratılışın olasılığını artırırdı. Ancak iyi kanıtlanmış olsalar bile, standart Hristiyan mucizeleri bu türden değildir. İsa suyu şaraba dönüştürür. Denizi “durgun” hale getirir. Lazarus’u ölümden diriltir.Bu benim “Must the Beginning of the Universe Have a Personal Cause?” başlıklı makalemde geliştirdiğim kendi görüşümdür. Craig’in bu makaleye cevabı, “ Must the Beginning of the Universe Have a Personal Cause? A Rejoinder” ve benim Craig’e cevabım olan “Causes and Beginnings in the Kalam Argument: Response to Craig” başlıklı makalem de Faith and Philosophy’de yayımlanacaktır.David Hume, Enquiry Concerning the Human Understanding, bölüm vii, kısım i. Philo’nun editörüne anlayışlı yorumları ve sağduyulu tavsiyeleri için teşekkür ederim. Ayrıca Eric Vogelstein’a beni bazı konularda aydınlattığı için teşekkür ederim.

Wesley Morriston – Creation Ex Nihilo and the Big Bang,

Çevirmen: Kemal Furkan Onat

Çeviri Editörü: Yiğit Aras

onculanalitikfelsefe.com/yokta

Söyleşi / Pontos Gerçeği: Yazar Tamer Çilingir; Cezalandırılmayan suç tekrarlanır

1. Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı devletinin geride kalan son topraklarında yaşanan iktidar savaşı ki buna Türkler ‘Kurtuluş Savaşı’ adını vereceklerdir, Pontos’ta yaşayan Hristiyan ve Müslüman Rum halkın kaderini belirlemiştir.

1914’den Ermenilerin ve Süryanilerin imhası, 19 Mayıs 1919’dan itibaren Rumlar için soykırım süreci başlamıştır. Kürtler ise 1921 Koçgiri ile başlayan imha ve sürgün politikalarıyla karşılaşacaklardır. Yahudiler de 1924 sürgününü yaşayacaklardır.

Pontus’ta 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında bir aydınlanma sürecinin yaşandığını görüyoruz. 20. yüzyılın başlarında tıpkı Orta Çağ Avrupası’nı sona erdiren Rönesans dönemi gibi edebi, sanatsal, bilimsel ve düşünsel alanlardaki gelişmelerle aydınlanan Pontos coğrafyasının binlerce yıllık geçmişi ve birikiminin sonucu olan kültür ve sanat alanındaki gelişmeler yüz yıl önce bıçak gibi kesildi.

Yunanistan’ın Pontos Rum Soykırımını 1994 yılında tanımış olması bir utanç abidesidir. Üstelik hem soykırım sürecinde o günkü Yunan hükümetin Pontus’a olan ilgisizliği bugün de devam ediyor.

Suç cezalandırılmaz ise yine tekrarlanır. Eğer 106 yıl önce yaşananlar o tarihsel süreçte cezalandırılsa idi, Nazi soykırımı bu kadar rahat gerçekleşemezdi. Cumhuriyet tarihi katliamlar, işkenceler, insan hakları ihlalleri tarihidir sebebi kuruluşunun meşru görülmesidir.

Demokratikleşmeden söz edeceksek önce 106 yıl önce yaşananların iyi analiz edilip suçların, suçluların teşhir edilmesi yanı sıra bir devletin anti-demokratik, insan haklarını ihlal eden, soykırım ve baskı üzerine kurulu bir geçmişten demokratik bir yapıya dönüşmesi, köklü ve uzun vadeli bir dönüşüm süreci gerektirir.

Nûpel Yayın Koordinatörü Filiz Deniz, Pontos Gerçeği’ni yazan araştırmacı- yazar Tamer Çilingir ile Pontoslu Rumların 1. Paylaşım Savaşı döneminde ve sonrasında yaşadıklarını konuştu.

nupel.tv/soylesi-pontos-gerceg

"Diğer insanları öldürmeyi kendine hak gören bir tek silahlı insan dahi mevcut oldukça, bozuk gelir dağılımı -yani kölelik- devam edecektir."

LEV TOLSTOY

A. Halûk Ünal: Zihniyet Devrimi neye karşı?

Zihin, bireyin düşünme, algılama, duygu üretme, hatırlama ve karar verme gibi bilişsel işlevlerini kapsayan soyut bir kavramdır. Yüzyıllardır felsefenin tartışma konusu olan zihin, modern nörobilimle daha somut bir anlam kazandı. Beyin ve sinir sistemini inceleyen bu bilim dalı, zihni, beynin sinir ağlarının etkileşimiyle ortaya çıkan bir olgu olarak görüyor; yani bilinç, hafıza, dikkat ve duyguların birleşimi olarak tanımlıyor.

Zihniyet Devrimi Neye Karşı?

Prompt yazarı : A. Haluk Ünal

Metin yazarı : Grok – A. Halûk Ünal

“Zihniyet devrimi” kavramı solda giderek yaygın bir kabul görmeye başladı. Ama nasıl, neye karşı, sorularına henüz çok farklı yanıtlar veriyor olduğumuz malum. Bu durumda hatırlayalım, zihin nedir, zihniyet devriminden ne anlamalıyız, zihniyet devrimleri yalnızca belirli kuramcılar ve topluluklarca mı icat edilir? Yoksa yaptığığımız bir keşif yolculuğu mudur?

Zihinsel Devrim ve Doğal Kodlar

Günümüz dünyasında bireylerin ve toplumların düşünme, algılama ve davranış kalıpları, kapitalist sistemler ve merkeziyetçi yönetimler tarafından belirleniyor. Bu sistemler, kâr odaklı yapılar ve tek bir otoriteye dayalı siyasi düzenler aracılığıyla sahte bir bilinç yaratıyor; yani insanları gerçek ihtiyaçlarından uzak, dayatılmış bir algıya hapsediyor. Ancak doğa, bize paylaşım ve dayanışma temelli doğal kodlar sunuyor. Hiyerarşi yerine iş birliğine dayalı bu kültürel değerler, zihinsel devrimi daha adil ve gelecek nesiller için yaşanabilir bir geleceğe taşıyabilir. Zihinsel devrim, bu kodları yeniden keşfederek bireyleri ve toplumları özgürleştirme gücüne sahip.

Zihin Nedir ve Nörobilim Bunu Nasıl Adlandırıyor?

Zihin, bireyin düşünme, algılama, duygu üretme, hatırlama ve karar verme gibi bilişsel işlevlerini kapsayan soyut bir kavramdır. Yüzyıllardır felsefenin tartışma konusu olan zihin, modern nörobilimle daha somut bir anlam kazandı. Beyin ve sinir sistemini inceleyen bu bilim dalı, zihni, beynin sinir ağlarının etkileşimiyle ortaya çıkan bir olgu olarak görüyor; yani bilinç, hafıza, dikkat ve duyguların birleşimi olarak tanımlıyor. Önemli bir yenilikle, nörobilim artık zihni yalnızca biyolojik bir yapı olarak değil, çevresel ve sosyal etkileşimlerle şekillenen dinamik bir sistem olarak ele alıyor. Özellikle zihnin farklı durumlara uyum sağlama yeteneği olan bilişsel esneklik ve beynin kendini yeniden yapılandırma kapasitesi olan nöroplastisite, bu değişim sürecini anlamada kilit rol oynuyor.

2015 yılında Nörobilim’deki hızlı gelişmelerle yapay zekâ alanında önemli bir atılım yaşandı. Bu dönemde ortaya atılan “bilgi üreten sistemler zeka üretir” hipotezi, bilgiyi işleyen her sistemin—ister biyolojik, örneğin insan beyni, ister yapay, örneğin bir yapay zekâ modeli—zeka geliştirebileceğini savunuyor. Bu ilke, doğadaki tüm sistemler için geçerli ve zihinsel süreçlerin evrensel bir özelliğini yansıtıyor.

Örneğin, 2009 yapımı Avatar filmindeki yaşam ağacı Eywa, Pandora’daki canlıların bir sinir ağıyla bağlanarak kolektif bir zeka oluşturduğunu gösteriyor. Bu metafor, doğanın kendi içinde bir zihinsel devrim yarattığını simgeliyor.

Sadede gelirsek, zihinsel devrim, bireylerin ve toplumların düşünme biçimlerini, inançlarını ve davranışlarını yeniden yapılandırması demek. Nörobilim, bu dönüşümü beynin öğrenme ve adaptasyon süreci olan nöroplastisiteyle açıklıyor.

Bu noktada zihinsel devrimin tarihsel bağlamını anlamak, sürecin kökenlerine ışık tutuyor. Örneğin, 14. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa’da sanat, bilim ve hümanizmin yeniden canlandığı Rönesans dönemi, bireylerin sanatsal ve bilimsel yaratıcılıkla zihinsel sınırlarını zorladığı bir süreçti. İnsanlar evreni ve kendilerini yeniden keşfederek zihinsel devrimin erken bir biçimini başlattı.

Ayrıca zihinsel devrim, bireylerin otoriteye karşı eleştirel bir duruş geliştirmesine olanak tanıdı. Aydınlanma Çağı’nda olduğu gibi, bu eleştirel duruş bireyleri bağımsız ve sorgulayıcı bir düşünme biçimine, yani özgür düşünceye yöneltti ve otoritelerin dayattığı geleneksel kalıpları yıktı.

Zihinsel devrim, bireylerin ve toplumların düşünce yapılarını kökten değiştiren bir süreçtir. Bu değişim yalnızca bireyin dünyayı algılama biçimiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda toplumun kabul ettiği davranış kuralları, ortak inanç ve gelenekler, hatta mal ve hizmetlerin üretim ile dağıtım biçimlerini de etkiler.

Örneğin, 18. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı, Avrupa’da akıl, bilim ve bireysel özgürlüklerin öne çıktığı bir dönemdi. Bireyler otoriteye körü körüne bağlılık yerine akıl ve bilimle düşünmeye başladı. Bu süreç, halkın yönetime katıldığı modern demokrasilerin ve bilimsel ilerlemenin temelini attı.

Günümüzde teknoloji, zihinsel devrimin yeni bir dalgasını tetikliyor. İnsan benzeri düşünme ve öğrenme yeteneğine sahip yapay zekâ, devasa miktarda bilgiyi analiz eden büyük veri ve internete dayalı dijital iletişim ağları, bilgiye erişimi herkes için kolaylaştırarak düşünme biçimlerini dönüştürüyor.

Sosyal medya platformları, örneğin X veya Instagram, insanların fikirlerini paylaşmasını ve farklı bakış açılarıyla karşılaşmasını sağlıyor. Ancak bu dönüşüm, yanlış veya yanıltıcı bilgilerin yayılması anlamına gelen dezenformasyon ve farklı gruplar arasında artan fikir ayrılığı ile çatışma, yani kutuplaşma gibi sorunları da beraberinde getiriyor.

Şu anda mevcut tüm yapay zekâ platformlarının, dijital altyapıyı kontrol eden büyük teknoloji şirketlerinin ekonomik gücü olan bulut sermayesi tarafından kâr odaklı bir zihniyetle üretilmiş olması endişe yaratmasın. Bu durum, aynı zamanda bu teknolojilerin toplumun genel yararı için de üretilebileceğinin bir kanıtı.

Zihinsel devrimin etkileri teknolojiyle sınırlı değil. Okullarda ve üniversitelerde öğrenme süreçleri, doğal kaynakların korunması ve sürdürülebilirlik farkındalığı, toplumda eşitlik ve hakkaniyet sağlama çabaları gibi alanlarda da önemli değişimler yaşanıyor.

Örneğin, Finlandiya’daki eğitim modeli, bilgiyi sorgulama ve analiz etme yeteneği olan eleştirel düşünceyi ve birlikte çalışma becerisini merkeze alarak, ezberci ve öğretmen odaklı geleneksel yöntemleri dönüştürüyor. Bu yenilikler, bireylerin problem çözme kapasitesini artırarak eleştirel ve sorumlu bir toplum yaratıyor.

Zihinsel devrimin sürdürülebilir bir dönüşüm yaratabilmesi için bireysel çabaların ötesine geçip, toplumun temel işleyiş kurallarını yeniden düzenlemeye odaklanmak gerekiyor.

Günümüzde kâr odaklı ekonomi sistemleri ve sürekli tüketimi teşvik eden tüketim kültürü, zihinsel süreçleri kısıtlayarak gerçek bir dönüşümü engelliyor. Örneğin, küresel şirketlerin reklam stratejileri, bireyleri ihtiyaç duymadıkları ürünlere yönlendirerek sahte bir tatmin duygusu yaratıyor ve bu süreçte doğa tahribatını ve kaynakların tükenmesini hızlandırıyor. Bu yüzden zihinsel devrim, yalnızca düşünce yapılarını değil, bu yapıların şekillendiği ekonomik ve toplumsal sistemleri de dönüştürmeyi hedeflemeli.

İşte tam bu noktada, zihinsel devrimi köklü bir değişime dönüştürmek için toplumların davranış ve düşünce kalıplarını belirleyen temel bir kültürel kodlara, yani genetik bir anahtara ihtiyaç var.

Ekonomik güç ve siyasi otorite olan sermaye devleti, güç ve parayı kendi kodları olarak benimserken, bu sistemler bireyleri ve toplumları kâr odaklı bir döngüye hapsediyor. Buna karşılık, bizler kodlarımızı hiyerarşi ve mülkiyet yerine dayanışma ve paylaşım üzerine kurulu doğal toplumlardan alabiliriz. Toplumsal kaynakların ortaklaşa yönetildiği ve bireylerin eşitlik temelinde bir arada yaşadığı bir düzen olan komünalist yaşam formu, bu doğal kodları yeniden canlandırarak zihinsel devrimi daha adil ve sürdürülebilir bir geleceğe taşıyabilir.

Ancak burada önemli bir nokta, araçlarımızı da bu kodlarla inşa etmek. Dayanışma ve ortaklaşa yönetime dayalı bir düşünce yapısıyla üretilmiş, mevcut sisteme karşı alternatif yapılar kuran toplulukları gerektiren amaca uygun araçlar geliştirilmeli. Bugüne kadar kullanılan tek bir otoriteye dayalı merkeziyetçi, farklılıkları dışlayan tekçi, derinlikten yoksun iki boyutlu ve dijital olmayan analog araçlar yerine; çok yönlü ve derinlikli üç boyutlu, farklı sesleri kucaklayan çoğulcu, herkesin eşit haklara sahip olduğu eşitlikçi, cinsiyet kimliklerine saygı duyan ve ayrımcılığı reddeden cinsiyet özgürlükçü, birlikte çalışma ve paylaşma odaklı dayanışmacı araçlar yaratılmalı.

Sonuç olarak, zihinsel devrim hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir dönüşüm gerektiriyor. Bu dönüşüm, yalnızca zihinsel algı ve inançlarda değil, bireylerin ve toplulukların günlük davranışlarında da kendini göstermeli. Ancak böylece eşitlik temelli, gelecek nesiller için kaynakları koruyan ve eleştirel bir farkındalığa sahip bilinçli bir dünya inşa edilebilir. Bu süreçte, dayanışma ve ortaklaşa yönetime dayalı komünalist zihniyetle şekillendirilmiş araçlar ve toplumun temel işleyiş kurallarını yeniden düzenleyen yapısal değişimler, zihinsel devrimin kalıcı bir etki yaratmasını sağlayacaktır.

Zihinsel devrimin geleceği, bireylerin ve toplulukların bu dönüşümü aktif bir şekilde sahiplenmesine bağlı. Teknoloji, dayanışma temelli komünalist zihniyetle şekillendirilmiş amaca uygun araçlarla birleştiğinde, hiyerarşi yerine paylaşım ve dayanışma temelli kültürel değerler yeniden hayat bulabilir. Böylece yeni nesiller için herkesin dahil olduğu kapsayıcı, fırsat ve haklarda adil eşitlikçi ve yaşanabilir bir çevre bırakan sürdürülebilir bir dünya yaratmak mümkün olur.

Bu, bir hayal değil, gerçekleştirilebilir bir hedef. Yeter ki hepimiz bu değişimin parçası olmayı seçelim ve düşünme ile davranış kalıplarımızı bu ortak amaç doğrultusunda dönüştürelim.
nupel.tv/a-haluk-unal-zihniyet

Efendilerin özgürce seçilmesi, efendileri ya da köleleri ortadan kaldırmaz.
-- Herbert Marcuse

12 MART CUNTASI ONLARI 54 YIL ÖNCE NURHAK'TA KATLETMİŞTİ
Üç genç devrimci, Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga, 31 Mayıs 1971 günü Nurhak’ta katledilmişlerdi.
İnekli köyü yakınlarında, Kürecik Amerikan radar üssünü basmak için yola çıkan üç devrimci bir muhtar tarafından ihbar edilmeleri sonucu jandarma tarafından kuşatılmış ve girdikleri çatışmada hayatlarını kaybetmişlerdi.
Gruptaki diğer devrimcilerden Mustafa Yalçıner ağır yaralanmış, Hacı Tonak yakalanmış, Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan ise kuşatmadan kurtulabilmişlerdi.
Daha sonra 6 Haziran da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak la birlikte THKO davasından yargılanmışlar ve idama mahkum edilmişlerdi.
Dördünün de cezası daha sonra Askeri Yargıtay tarafından ömür boyu hapse çevrilmişti.

Alıntı

Erkeklere özgü kendini hor görme hastalığının tek çaresi zeki bir kadın tarafından sevilmektir."

—Friedrich Nietzsche

Aşırı alınganlık aslında genellikle intikam hırsıyla dolu bir karakter belirtisidir.”

Max Scheler

28 Mayıs 1918
Sardarabat Meydan Muharebesi Zaferi ve
Ermenistan Birinci Cumhuriyeti’nin Kuruluşu

Kutlu Olsun.

Bağımsızlık ateşini taşıyanlara, direnmenin ne demek olduğunu tarih sayfalarına kanlarıyla yazanlara,
hür bir halkın onurlu yürüyüşüne selam olsun.

Mahmut Uzun
instagram.com/p/DKM53g4qG7w/

"Hayatın amacı yalnızca mutlu olmak değildir. Amaç; faydalı, dürüst, merhametli olmak ve geride, ne kadar küçük olursa olsun, dünyayı biraz daha iyi kılacak bir iz bırakmaktır.
Gerçek bir yaşam, yaşadığını ve bunu hakkıyla yaptığını gösteren bir miras aktarmaktır.

İster bir çocuğa göz kulak olarak, ister bir bahçeyi büyüterek, ister insan yaşamını iyileştirmek için çalışarak… asıl başarı, derinlerde hissedilen o kesinliktedir:
Senin varlığın sayesinde, en az bir yaşam daha özgürce nefes aldıysa, işte o zaman hayatın özüne dokunmuşsun demektir.

— Ralph Waldo Emerson

Mackie’nin Tuhaflık Argümanı – Edward Feser

J. L. Mackie, Ethics: Inventing Right and Wrong adlı kitabında ahlaki değerlerin nesnelliğine karşı meşhur “tuhaflık argümanını” öne sürer. Argümanın hem metafiziksel bir yönü hem de epistemolojik bir yönü vardır. Mackie şöyle yazar:

Eğer nesnel değerler olsaydı, o zaman bunlar evrendeki her şeyden tamamen farklı, çok garip türden varlıklar, nitelikler veya ilişkiler olurlardı. Buna bağlı olarak, eğer onların farkında olsaydık, bu diğer her şeyi bilmek için kullandığımız sıradan yollardan tamamen farklı bir ahlaki algı veya sezgi yetisi aracılığıyla gerçekleşmek zorunda olurdu. (s. 38)

Mackie’nin iddiası ne nesnel değerler gibi tuhaf varlıklara ne de garip, özel bir ahlaki bilgi yetisine inanmak için iyi bir nedene sahip olmadığımız yönündedir. Değerleri, dünyadaki belirli olaylara verdiğimiz öznel tepkiler açısından analiz ederek ahlak ile ilgili açıklanması gereken her şeyi
açıklayabiliriz. Ockham’ın usturası da bu yaklaşımı alternatifine kıyasla, alternatifin “tuhaflığı” nedeniyle, desteklemektedir.

Doğal olarak Mackie’nin yanıldığını düşünsem de yine de “değer” kelimesini bu bağlamda sevmiyorum. “Değer”, biri için neyin değerli olduğunu veya değerli kılınmış olduğunu ima ettiğinden, “nesnel değerlerden” bahsetmek gerçekten garip geliyor. X, birisinin ona değer verdiği ölçüde “değere” sahipse, o zaman birinin mantıken X’e değer vermesi gerektiğini söylesek bile, onun değer sahibi olma durumu bize bağlı görünüyor. Ve bu durumda, en azından, değeri olan ama hiçbir şekilde bizim değer vermemize bağlı olmadan değer sahibi olan bir şey fikrinin kulağa neden “tuhaf” geldiği kesinlikle anlaşılabilirdir.

John Leslie Mackie (1917- 1981)
Söylenmesi gereken şey, iyilik ve kötülüğün dünyanın nesnel özellikleri olduğudur. Bazı standart örneklerimi kullanırsak, kalın ve derin kökleri olan bir ağaç iyi bir ağaçken zayıf ve hastalıklı kökleri olan bir ağaç kötü bir ağaçtır; dört bacağı olan ve koşuşturup fındık toplayan bir sincap, bu anlamda iyi bir sincap iken, bir bacağı eksik olan veya fındık toplama arzusu olmayan bir sincap kötü bir sincaptır; bir cetvelle yavaşça ve dikkatli bir şekilde çizilen bir Öklid üçgeni iyi iken, eğimli bir şekilde çizilen bir Öklid üçgeni kötü bir üçgendir (örnekler çoğaltılabilir). Ana fikir, bir türün iyi veya kötü bir örneğinin, türün özünü veya doğasını daha az veya daha fazla uygun bir şekilde örneklendirebilen bir şey oluşudur. Bu tek başına ahlaki iyiliği veya kötülüğü gerektirmez, fakat rasyonel hayvanların
kendine özgü rasyonelliğini ve özgür iradesini işin içine kattığımız zaman ahlaki iyilik ve kötülük de işin içine dahil olur. (Hikâyenin tamamı için Aquinas’ın 5. bölümüne bakınız.)

Bununla birlikte, bunu metafiziksel olarak anlamlandırabilmek için, çoğu modern filozofun elbette desteklemeyeceği, Aristotelesçi biçimsel ve nihai nedenler gibi bir şeye ihtiyacımız vardır. Ve bence bu, Mackie’nin argümanının birçok çağdaş okuyucuya neden güçlü göründüğünü anlayabilmek adına çok önemlidir. Tartışma sırasında açıkça söylenmeyen şeyler de söylenenler kadar önemlidir. Ve söylenmeyen şey, “nesnel” doğal dünyanın esasen Galileo, Descartes ve halefleri tarafından tanıtılan anti-teleolojik, anti Aristotelesçi “mekanistik” bir şekilde anlaşılması gerektiğidir. (Bu entelektüel devrim hakkındaki hikâyenin tamamı için The Last Superstition’a bakın. Elbette bunu blogda da defalarca kez tartıştım.)

Paradigmatik olarak gerçek olan şeylerin, fiziğin yöntemleriyle araştırılabilecek şeyler olduklarını savunduğunuzu düşünün. Yani maddi dünyanın katı tahmin ve kontrole duyarlı olan, tamamen niceliksel yönlerinin ve matematiksel bir tasvirinin gerçek olan şeylerin paradigmatik örneklerini kapsayabildiğini düşünün. Renk, ses, koku, tat, ısı, soğukluk ve genel olarak niteliksel özellikler, sağduyunun düşündüğü şekilde nesnel gerçekliğin özellikleri değil, nesnel gerçeklik algımızın özellikleridir. Orada var olan yalnızca, yüzey yansıtma özellikleri, sıkıştırma dalgaları ve benzeri şeyler cinsinden yeniden tanımlanmış renk, ses ve benzeri özelliklerdir. Bu görüşe göre ne teleoloji ne de hedefe yönelmişlik (Aristotelesçi nihai neden) dünyanın gerçek bir özelliğidir. Ereklere ve amaçlara sahip olmamıza rağmen (ya da öyle görünür) fizikçe tanımlanmış hiçbir şey bunlara sahip değildir. Dünyada gördüğümüz türden şeyler arasındaki sabit ayrımlar (Aristotelesçilerin maddesel biçim olarak adlandırdıklarındaki farkı yansıtan farklılıklar) esasında yoktur. Su, taş, ağaçlar, kurtçuklar, köpekler, kediler ve insanlar nihayetinde aynı şeyin nispeten yüzeysel olarak farklı şekillerde düzenlenmiş halinden başka bir şey değildir. Kısaca, dünyanın doğru tanımının, tür bakımından birbirinden farklı; nitelikler ve anlamlar bakımından zengin olarak algıladığımız her şeyin aynı kuru tabakanın devinim halindeki, sonu veya amacı olmayan, ancak şuursuzca hareket eden renksiz, kokusuz, sessiz, tatsız, anlamsız parçacıklarının yanıltıcı görüntüsü olduğu antik atomcu düşüncenin modern varyasyonu tarafından verildiğini varsayalım.

Nagel’in Mind and Cosmos’u üzerine yazdığım yazı dizisinde belirttiğim gibi, çağdaş natüralistler genellikle fiziğin bize doğal dünya hakkındaki bütün gerçekleri vermediğini kabul etmeye isteklidirler, gerçi ben zaten böyle bir imtiyazda bulunarak ima edilenin -natüralistler bunu fark etseler de etmeseler de- Aristotelesçi, düalist, idealist, ya da bir başka natüralist olmayan madde fikrinin sonuçta doğru olduğunun kabulü olduğunu öne sürmüştüm. Öyle olsa bile, çoğu natüralist (Nagel’in kendisi bir istisnadır) indirgeyici görüş karşıtlarına vermeye hazır oldukları diğer tavizler ne olursa olsun, Aristotelesçi nihai nedenlerden ve benzer kavramlardan kaçınmaya kesinlikle isteklidir.

Bununla birlikte, geniş bir ölçüde natüralist metafiziğin ışığında bakıldığında, değer, özellikle iyilik ve kötülük dahil olmak üzere, gerçekten de çok “tuhaf” görünmeye mecburdur. İyi ve kötü bir ağaç veya sincap örneği arasındaki fark bile, dünyanın nesnel bir özelliği olarak algılandığı zaman tuhaf görünecektir. Çünkü buradaki iyilik veya kötülük, indirgenemez derecede teleolojik ve özcüdür. Sırf bu indirgenemez belirgin türden şeylerin işaret ettiği amaçlar yüzünden hastalıklı kökler, bir ağacı ve bir bacağın eksikliği, bir sincabı kötü bir örnek yapar. Her ikisi de nihayetinde “gerçekten” aynı türden şeyler ve içinde bulunacak hiçbir teleolojinin olmadığı bir tür şey ise- diyelim ki ikisi de “sahiden” amaçsız, sadece hareket halindeki parçacıklarsa- o zaman farklı “ağaç benzeri” ve “sincap benzeri” varlıklar, tam olarak doğanın nesnel özellikleri değildir. Onlar olsa olsa faydalı kurgulardır. İyiliğin ve kötülüğün -renk, ses, koku vb gibi, teleoloji ve anlam gibi- bu dünyada gerçekten kendisinde olduğu gibi gördüğü bir şeyden ziyade, zihnin dış, doğal dünyaya yansıttığı bir şey olarak kabul edilmesi çok daha makul görünmektedir.

Benim görüşüme göre Mackie’nin iddiasını etkili bir şekilde çürütmek, öncelikle, dolaylı olarak kabul ettiği natüralizmi veya bilimciliği çürütmeyi gerektirir. Bunu yapmanın özellikle temelde Aristotelesçi bir doğa felsefesine geri dönmeyi gerektirdiğini savunuyorum. Bunun dışındaki bütün görüşler, Mackie’nin argümanı güçlü olmaya devam edeceği için nesnel gerçeklik hakkında bildiğimiz başka her şeyden büyük ölçüde farklı ve kopuk görünen “değeri” – daha doğrusu iyiliği ve kötülüğü- kabul etmeyi bırakmaya mecburdur.

İşte Grisez ve Finnis’in geleneksel doğal hukuk teorisyenlerinin Aristotelesçi biçimsel ve nihai nedenlere olan bağlılığından büyük ölçüde kaçınan, Humecu “olgu/değer ikiliğini” kabul eden, ve göz önünde bulundurulan insan doğasının metafiziğinden ziyade, doğal hukuk teorisini, failin öznel bakış açısından ele alınan pratik akıl açıklamasına dayandırmaya çalışan “yeni doğal hukuk teorisi” nin etkisizliğini gördüğümüz önemli bir alan. Bu görüş maçı Mackie’nin kazanmasına neden olmasa bile, bunu kıl payı yapabilmektedir. Şimdi, yeni doğal hukukçu Robert P. George’un, In Defense of Natural Law adlı kitabının birinci bölümünde Mackie’ye verdiği yanıtı düşünün. Okuduğum kadarıyla, George “tuhaflık argümanına” karşı iki temel argüman sunuyor. Birincisi, Mackie ve benzer düşünen düşünürler bu özelliklerin en azından bazılarının gerçekliğine dolaylı olarak bağlı olsalar da gerçekliğin eşit derecede “tuhaf” görünen ve doğal dünyayla bağdaştırılması zor görünen başka yönlerinin olduğunu belirtmektir – George bilinç, anlam ve nedensellikten; ve mantıkta doğruluğun ve geçerliliğin normatif statüsünden bahsetmektedir.

Şimdi George’a natüralist bir bakış açısından bakıldığı zaman, bu özelliklerin iyilik ve kötülükten daha az “tuhaf” olmadığı hususunda katılıyorum. Ancak, Mackie’yi çürütmek için salt bunu belirtmek yeterliymiş gibi buna dikkat çekmek doğru olmaz. Çünkü Mackie, Ethics: Inventing Right and Wrong adlı kitabında bu tür bir itirazı bizzat kendisi değerlendirir ve buna bir cevabı olduğunu düşünür (George’un değinmediği bir cevap). Cevabı, nesnel değerler kadar “tuhaf” görünen herhangi bir fenomenin, günün sonunda ya Mackie’nin metafiziksel saygınlığı olduğunu kabul edeceği bir şekilde analiz edilebileceğini, ya da bu olmazsa onların da nesnel değerlerle birlikte tuhaflık argümanının
hedefleri arasına dahil edilebileceğini öne sürmektir (s. 39).

Alex Rosenberg’in The Atheist’s Guide to Reality’sinin okuyucularının bildiği gibi, bazı çağdaş filozofların natüralizmle bağdaşan bir görüş savunabilmek için fazlasıyla “tuhaf” olarak niteleyip yok saymaya istekli olabilecekleri şeylerin neredeyse hiçbir sınırı yoktur. Rosenberg’in kitabı hakkındaki bir dizi gönderimde, sonuçta ortaya çıkan konumun tutarsız olduğunu uzun uzadıya tartıştım, ancak bilinç, niyetlilik ve benzer şeylere dair indirgemeci ve eleyici açıklamalarla ilgili sorunlara işaret etmek yeterli değildir. Bilinçli deneyimlerin, kasıtlılığın, değerin ve benzerlerinin diğer yönlerden natüralistik olarak açıklanabilen varlıklar olan insanlara iliştirildiği Dekartçı bir düalizmi benimsemek bile yeterli değildir. (Gerçekten de, yeni doğal hukukçular Dekartçı düalizmin ne kadar sorunlu olduğu hakkında konuşmaya devam etmektedir.) Tek bir gezegendeki küçük bir doğa tarihi şeridinden ayrı olarak tüm doğal dünyanın tamamen yukarıda açıklanan doğanın mekanik açıklamasıyla açıklanabileceğinin arsayımına dahi izin verdiğiniz sürece, büyük ölçüde farklı türden özelliklerin -nesnel değerlerinonları kavramak için yeni bir bilişsel yetenekle birlikte aniden, çok yakın jeolojik zamanda tek bir türde, ortaya çıktığını varsaymanız “tuhaf” görünecektir. Nesnel değeri bir tür bilişsel yanılsama olarak ele almak, genel arka plan metafiziği göz önüne alındığında daha makul görünecektir.

George’un Mackie’ye verdiği ikinci yanıt da aynı dezavantajdan muzdariptir. George, nesnel ahlaki değerin varlığının, yaşadığımız ahlaki deneyimimizi daha iyi anlamlandırmasından yola çıkan bir “en iyi açıklama çıkarımı argümanı” önermektedir. Bu doğrudur, ancak genel olarak natüralist bir metafizik kesin kabul edilirse, kendi başına çok az etkiye sahiptir. Çünkü natüralist her zaman ahlaki tecrübemizin, hesaba katılması gereken tüm verilerin yalnızca küçük bir bölümünü sağladığını söylemektedir. Ve eğer doğal düzenin geri kalanını yukarıda özetlenen mekanik şeylerle bir şekilde açıklanabiliyorsa ve nesnel değerlerin varlığı ve onları bilme özel yetisinin işleyişi bu resimde tamamen gizemli görünüyorsa, o halde eldeki verilerin tamamını ele alırsak bu şeylerin varlıkları aleyhinde bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Mackie’nin yazdığı gibi:

Ahlaki nitelikleri, doğal niteliklerin tespit edilmeleriyle nedensel olarak ilişkilenebilecek, söz konusu doğal niteliğin nedensel olarak etki edebileceği türden öznel tepkiler olarak görmemiz halinde durum ne kadar da basit ve anlamlandırılabilir bir hal alırdı? (p. 41)

Zihni, anlamı ve değeri doğal düzene düzgün bir şekilde uydurmak, sadece insan doğasını değil, genel olarak doğal düzeni yeniden düşünmeyi gerektirir. Özellikle, Grisez ve Finnis’in kesip attığı NeoSkolastik anlayışın dahil olduğu doğa felsefesindeki neo-Aristotelesçi projeye geri dönüşü gerektirir. Nagel, metafizikteki neo-Aristotelesçi yaklaşımıyla bunu dolaylı olarak kabul etmektedir. Değişim ve nedensellik gibi beşerî olmayan dünyadaki şeyleri doğru bir şekilde anlayamız için her halükârda doğal düzeni bağımsız bir şekilde yeniden düşünmemiz gerektiğinden (Aristotelesçilerin iddia ettiği gibi) Aristotelesçi kavramlara başvurmamız zaten gereklidir. Böyle bir yeniden düşünmenin haricinde, nesnel değeri onaylayanlar, Mackie’nin Josie Cotton tarzı meydan okumasına her zaman açık olacaklardır.

Edward Feser– “Mackie’s argument from queerness”, (Erişim Tarihi: 23.10.2020), Erişim Kaynağı: Mackie’s argument from queerness

Çevirmen: Bihter Akın
Çeviri Editörü: Berat Mutluhan Seferoğlu

onculanalitikfelsefe.com/macki

Köprüden Geçinceye Kadar Kardeşlik…

Ahmet Zeki Okçuoğlu

Türkiye’nin Kürt siyaseti, bir devlet geleneğinden ziyade, tiyatro sanatı esaslarına göre yürütülmektedir. Özellikle devlet Erkan’ına, siyaset adamlarına ve aydınlara roller dağıtılır. Rol dağıtımı bellidir: birileri kötü polisi oynar, diğerleri iyi polisi.
‘Milli mücadele’de Mustafa Kemal Kürtlerin en büyük dostu idi; onlara kardeşim diyordu. Cumhuriyet ilan edilir edilmez kardeşli tarihe gömüldü. 1924’ten itibaren Kürt halkının adı, dili ve hafızası suç sayıldı; onlara soykırım uyguladı.
Meğer kardeşlik köprüden geçinceye kadarmış…
Bugün de değişen bir şey yok. Dün Kürt halkına ve onun temsilcilerine karşı zehir zemberek sözler sarf eden Devlet Bahçeli, Orta Doğu’da Kürtlerin lehine gelişmelerin yaşanacağı anlaşılınca, bir anda en büyük Kürt dostu nutukları atmaya başladı; sözde ‘barış süreci’ başlattı.
Mustafa Kemal gibi gibi Devlet Bahçeli’ninki de bir siyaset değişikliği değil; bir devlet refleksi. Kürtleri ne zaman kullanmaları icap etse dost kesilip sırtlarını sıvazlıyorlar; işleri bitince de aşağılayıp zulm ediyorlar.
Doğu Perinçek, 90’larda “Kürt halkının meşru taleplerini” savunan dergiler çıkardı, yazılar, kitaplar yayınladı. Görev tamamlandıktan sonra ise sahne değişti. Aynı Perinçek, bugün Kürtlerden söz edilince kan kusuyor.
Bu konuda Yalçın Küçük’ün hakkını yememek gerekir. Bir zamanlar “Kürt ulusal bilinci” üzerine ciltler yazdı. Öcalan’la uzun mülakatlar yaptı, hareketin teorisyenlerine akıl verdi. Ancak misyonu sona erdiğinde o da diğerleri gibi saf değiştirdi.
Dünün Kürt sevdalıları Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük bugün, Kürt düşmanlığının en yüksek perdeden düşmanlığını yapıyorlar.
Bütün bunlar, Türkiye’de siyasi ahlaksızlığın trajik bir göstergeleridir.
Gerçek şu ki…
Türkiye’de ‘kardeşlik’, hiçbir zaman eşitliğe dayanmadı. Hep bir taktiğin, bir oyalamanın, bir oynamanın kılıfı oldu. O yüzden kim ‘Kürt kardeşliği’ diyorsa, önce hangi köprüden geçmek üzere olduğuna bakmak gerekir.
Türklerde dostluk, kardeşlik “Köprüden geçinceye kadardır.
Sonrası: inkâr, ihanet, infaz…

x.com/okcuoglu_ahmet/status/19

Robot insanın umarsızlığı, faşizmin siyasal amaçları için verimli toprakları oluşturmaktadır.

Erich Fromm

Günümüzde var olan temel toplumsal kaçma yolu faşist ülkelerde olduğu gibi bir öndere boyun eğmek ve demokrasimizde görüldüğü üzere zorunlu uyum sağlamak razı olmaktır.

Erich Fromm

Evrenin yanında çok küçük kaldığımız biliyordum, bir hiç olduğumuzu biliyordum; ama böylesine ölçüsüz derecede hiç olmamız, bir bakıma kişiyi hem eziyor hem de güven veriyor. İnsan düşüncesinin sınırları dışına taşan şekiller ve boyutlar, çok, ama çok güçlü, tutunabileceğimiz herhangi bir şey yok mu bu evrende? İçine tepeleme daldırıldığımız o yanılsamalar karmaşası İçinde, bir hakikat heykeli olarak dikilmiş tek bir şey var, o da sevgi. Gerisi hiçlik, bomboş bir hiçlik. Kocaman, karanlık bir uçurumdan aşağı bakmaktayız. Ve, korkuyoruz.

Julian Green

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.