Show newer

BU BİR ŞİİR DEĞİLDİR

Yayla papatyası, kasabasından farksız bir yayla.
Bokun üstü toprakla örtülüyor.
Zannederim nefret, ilk orada kendini eve davet ettiriyor.
Yıllar yılları kovalıyor,
Bok kağıt olup halıya dökülüyor.
Soruyorum burada önerecek ne var?

Korkunç bir şey oluyor bir gün,
Telefon konuşması yılları aşıp hep dün oluyor.
Saklamak korkmaktan zor,
Nefret evin bir üyesi oluyor,
Boklar mavi camlarla örtülüp kayda alınıyor.
Soruyorum bunda bekleyecek ne var?

Bir saz orkestrası kır papatyalarından söz ediyor.
Bok sanatta tribülansla örtülüyor,
Sahne açılıyor ve ışık hep aynı renk dört kere yanıyor.
Nefret evden can almaya devam ediyor.
Soruyorum acaba eğlence yeni mi başlıyor.

Yok yok susturayım ben yayla papatyasını.
Çünkü mavi dikenlerle yan yana bilir kendini.

Dokunan elimle, dokunulan cismin kriminal bir iziyim ben
Yüzüme bakan şeriat gelecek sanar da uğraşıp düzeltmek ister.
Şahsi çok şahsi, zaten evren denilen yumurta zarı şahsi meselelerin yağında pişer.
Hem ne var şöyle ya da böyle demişsem, artık hiçbir kısmet ıskalamaz beni.
Hiç çikolata yememiş kakao işçisi çocuğun gözünden dünyada hepimiz eşit derecede suçlu değil miyiz?
Ne anlamı var aramızdaki meselelerin gri ya da pembeliğinin.
İşte bu da şahsi bir mesele o gözün kataraktlı halinde.

HUSUSİ HUSUS DEĞERLENDİRMESİ SENİ ULUSLUKTAN HUSUSİLİĞE GETİRİR

Başlık için kusura bakmayın. Öncelikle gördüklerimi bildiklerimle karşılaştırmayı Ahmet Kaya'nın Bir Acayip Adam şarkısından öğrenecek bir bakış açısına sahip olduğumu belirtirsem sanırım bazılarınız beni damardan anlayacaktır.

Olgunun tabiatı gereği takrar etmesi kaçınılmazdır. Peki tekrar eden olguların cereyan edişi aynı olmak zorunda mıdır? Ya da biz olguları geriye dönük ardışık ezberlerken bu hadiseler aynı biçimde bile tekrar etse gidişatın yavaşlığı beynimizin sihirlenmesi değil midir? Bu sihri ortadan kaldırmak için tarihin olgusal prensibini nasıl önemli olaylar şeklinde aradaki zamanı silip ardarda okuyorsak, aynı okumayı kendi hayatımızın bildiğimiz değil gördüğümüz olaylar sırasına da yapmalıyız. Eğer olgu tekniği değişmiyorsa kanaatimce okuma tekniği de değişmemelidir.

Lafı uzatmayalım, kültürümüzü, tarihimizi, geleceğimizi, ordumuzu, yaşam biçimimizi kökten kısa bir sürede değişterebilecek bir gücün okuduğumuz, ulaştığımız kaynakları kökten değişteremeyeceğini düşünmek ilüzyon değil de nedir? Kısacası bize hayatı zehir eden bir otoritenin hiçbir sözüne güvenmezken ve de gücüyle başa çıkamazken, aynı gücün daha kolay etki edebildiği bir alanda bize doğruları söyleyeceğini bizim gençlerimize düşündüren nedir çok merak ediyorum. Görülenin görenini, yalan söyleyenin yazılanından önemsiz tutturan hususi tavrımız bizi yalnızlaştıracaktır. Bir kesimi medyayla uyutan başka bir kesimi kitapla uyutamaz mı sandınız? Sandıydasınız duam odur ki yanılmayasınız.

SİYAHIMDA SÖNEN FERLER, ZARIMI BİLEMEZLER
Ben anlatsam da bir, anlatmasam da. Sözümün tek bir değeri kalmış başka bir söz söyletmek. Ne büyük ukelalık içinde yalnızlığımı linç ediyorun. Oysa ne harika, ne sır dolu bir dosttur yalnızlık. Hazine avcısı değilim ama sır deyince meraklanırım. İsmet Özel'in dediği gibi küfrediyor bana fahişeler ve lanet ediyor bakireler de. Linç edilmem için tüm deliller mevcut. Tek fark ne yazık ki bu olduğunda benden geriye linç edecek bir şey kalmayacak.

Bir dükkana, bir şey almak için değil ama alabileceklerimin ihtimalini düşünmek için girsem bu hayatı seviyor olurum. Nedense babamdan bir kültür mirasıdır; ki zenci bilim insanları buna genetik der. Bir dükkana sadece alacağını almak için girmek hayal kurmamak gerektir. Bu dünya benimse değil midir ki param olmasa da bir yerde bir şey varsa bana aittir? Hayır memur bey komünist degilim, zaten komünist döven memur kalmad janramızda. Jargonumuz ithal, fiyakamız hala Türk kokar.

Bakın ben söz söyleyerek bir şey değişmeyeceğenin üçgen biçiminde kalp oyulmuş ilkokul sıralarında anladım. Yine de ısrarımdan bir gün olsun vazgeçip susup da ciddi görünmeyi istemedim. Varsın perdeli gözler beni anlamasın. Varsın üstüne varınca kapı kapatan kardeşler bize uzak dursun. Dünya hep benim dediğim yere gelmek için döner bunu da herkes bilir. Kibir mi? Keşke kibirlenecek vakit bulabilseydim şeytan kadar.

DE FACTO BİR RACON KESİYOR MAHALLEMİN PSİKOZU

Yıllar önce bizim mahallede bir kuş dükkanı vardı. O yıllar koftiden aktivist takılıyorum. Bir gün kuşçunun önünden geçerken bir giriyim napiyo burada bu eleman diye geçirdim içimden. İçeri girdim ve müthiş bir kuş yemi kokusu burnuma geldi. Acaba neden kedi köpeklerin yediklerine "mama" kuşların ve ineklerin yediklerine "yem" diyorduk. Sanırım bu kelimeler esaretin vahşetine göre seçiliyordu.

Selam verip girdim içeri, selam verdi o da. Plastik dört ayaklı, sağı solu petrol yanığı bir tabureye oturdum. İlk düşündüğüm seksen santimlik bir taburenin sağı solu nasıl yanık olur olmuştu. Bunu soracaktım ama İhsan hemen atladı konuşmaya.

" Bak birader, kuş dediğin zaman dikkatli bir iş yaptığını bileceksin. Öyle her kuşu kafese koyamazsın, kuşun kafesten önce kafesin sahibini kafeslemesi esastır. Bunları anlayamazsın çünkü kuşlar dünyanın güvenlik kameralarıdır. Bu bir sır değil, tanrı varsa eğer herkesi nasıl izlerdi ki?"

Dükkandan hemen geri çıktım. Bu kadar kamera arasında bu kadar ofsayt bir tiple bulunmak istemedim.

SANMA Kİ BÜTÜN UÇAN KUŞLAR KURTULURLAR

Güneşi eskisinden daha sıcak buluyorum bu doğru, bu sıcaklık beni terleten cinsten değil. Odamın mahrem koruyan perdesinin arkasından parlayan güneşe bakarken sadece hala yeni bir gün doğmuş olma kısmı bana sıcak bir fikir gibi geliyor. Bazen bunun içine güneşe ihtiyacım olmadığını düşünüyorum.

Mahkeme girişinde mübaşirlerin kolonya ve çikolata ikram edeceği, suçluların kıravata göre indirim almadığı bir adliye hayal ediyorum. Keşke suçlular kişisel bakımına ve ideal kilosunu koruma özeninr göre ceza indirimi alsa. Böylece halkımızın içinde yatan o güzel görünen suç işleyebilir fikri kanunen de onanmış olurdu. Bütün bu söylediklerim doğrudan güneşle ilgili ama hangi bipolar hastası gerçekten bipolar ki?

Bazı günler işim olmadan dışarı çıkabiliyorum çünkü doktorumun akıl hastanesini aklıma inşa ettiği bazı kimyasal peygamberler buna izin veriyor. Allahım diyorum ne büyük bir mehdi olma ihtimalini geri tepiyorum şu an. İnanıyorum ki müslüman olmam o kadar da şaşırtmamalı akılları sayesinde inanç seçtiklerini sananları. Uzatmayacağım o dışarı çıkış günlerimde bana bir adet imütasyon güneş refakat etmekte, siz onu çok görünce denize girersiniz. Ben o güneş replikasını görünce uzun kollu giysilerin bana daha çok yakıştığını düşünürüm.

Dışarı çıkış ve bir amaçtan münezzeh olduğum günlerde gökyüzüne bakıp gündüz gizlenen yıldızları artık gece de göremem ki diyorum. Bu yüzden gecenin gündüzden tek farkı ayetleri bir bir sıralamak oluyor. Aşkından elalaşmış her kahverengi bilir ki, replika bir güneş en güzel fotoğraf çekinme sebebidir. Hoşçakalın şeytani sekslerin romantik ailelerde doğmuş zebanileri.

BEN AKIL HOCASI DEĞİLİM

Sevdiğim insanların göremedikleri bir şeyi gördüğümde onları uzun uzun uyarırdım. Hem de öyle tasavvufçuların, aklı selim abilerin, filozofların uyardığı gibi ucu açık cümlelerle değil net kör göze parmak açıklamalarla. Çünkü ucu açık ve anlamını ancak olay başımıza geldiğinde idrak edebildiğimiz cümleler bize adam haklıymış dedirtir. Bunu dedikten sonra kafası çalışan insanlar bir daha buna benzer bir laf duyduklarında gelecek olan felaketi ön görebilirler. Ya kafası yeterince çalışmayan heves ve nefsi yüzünden gözü körleşmiş ahmaklar ne olacak? Onlar hiçbir zaman bu tarz kapalı cümleleri idrak edemeyecek ve bu cümlenin öğreticiliği bu insanlarda bir işe yaramayacaktır. Oysa eğitim herkes içindir.

Benim yöntemimin ise hiçbir akılda kalıcılığı veya karizması bulunmadığından insanlar duyduklarını ya unuturlar ya da dikkate almazlar. Özellikle insanlar sizle yakın bağlar kurdukça sizin zayıf yönlerinizi de görmeye başlar ve güçlü yönlerinizi zamanla görmezden gelirler. Bu da ilk başlarda ince görme yeteneğinizi ciddiye alan bir insanı zaman geçtikçe bu yeteneğinizi yok saymaya iter. Hatta bazıları kafa şişirdiğinizi söyler, sizinle alay bile edebilirler. Daha da kötüsü dediğiniz gerçek olup uyarınızda haklı çıksanız dahi sırf sizi hafife aldıklarını kabullenmemek için uyarınızı başka yerlere çekerek sizi haksız ilan ederler. Bunları bu insanlara kinlendiğim için yazmadım. Bunu okuyanlar eğer bu insanlardan herhangi biriyse samimiyetin körleştirişine direnmeyi denesinler diye yazdım.

Şimdilerde ise sevdiğim ya da tanıdığım kimsryi herhangibir tehlike karşısında uyarmayı denemiyorum. Bir işe yaramıyor zira, kendi risklerime odaklanıyorum. Hem kendi risklerimin anlama yöntemlerini hem de başka hayatlarda gördüğüm yolları sadece yazıya döküyor ve paylaşıyorum. Böylece hem açıkladığım şey uzun olduğu için unutulma riski taşımıyor, hem de iddia ettiğim yöntemleri duyanlar benimle samimi olmadıkları için ciddiyetsiz bir gözle değerlendirmiyorlar. Bir de gerçekten benim naçizane çözümümün belki tam oturacağı bir mengenede sıkışmış birine ulaşma ihtimali yükseliyor.

Işık, lacivert akşam, yakın geçmişten yarım bir aşk, ihanetin ve şehvetin.
Komşu ışıklarının manzarası huzur vermiyor bilmelisin.
Huzuru bir gece kollarından ayak tırnaklarıma kırmak sureti düşürüşün.

Sen hiç inanmadan da olsa sevdin mi?
Yanılacağını bilerek istedin mi bir yaşantıyı.
Ben virgüllerin üstünden geçmekte mesela çok ustayım?
Hiç gidip gelmemeyi denedin mi?
Ben mesela televizyon izlemeyişimle meşhurum.

Kalbimi ısıtıp, tokum deyip dolaba geri kaldırdın.
Bozuldu mu hiç bakmadın, ilgi bilgeliğinden iş bu saadetine şükranım seni şaşırtmasın.
Ben göklere aitim, bu seni kızdırmasın
Çünkü ben tuzaklara düşmekte çok inatçıyım.
Bir aşka yenilmekle benden ancak intikam alınır,
Dolapların doğa katliamını bozan kalbim sıcak kalır.
Baki kalır
Virgüllerden atlar
Ve bir baba karşısına
İşte aşk bu dilde yatat.

UYUŞTURUCU NESNE DEĞİL DOZDUR SAFSATASINA YEREL DEĞERLENDİRME YAZISI

Selamın aleyküm. Beni bilenler bilir uzun zamandır yazmıyorum diye hakkımda ileri geri konuşan teori üreten bir allahın kulu bile çıkmadı. Yazmadığım aylar boyunca beni okuduğuna inancımın tam olduğu kimse mesaj atmadı niye yazmıyorsun diye. Madem kimse merak etmedi niye yazmadığım bende kalsın.

Gelelim doz nedir uyuşturucu nedir konusuna. Öncelikle bağımlılık ailede başlar gibi çeşitli bazı safsatalar yüzünden tanıdığım bütün müptezeller anasına babasına suç atıp düşman oldular. Sanki her gün 350 lirayı anasına verip, tırnağı babasına attırıyormuş gibi içtikleri uyuşturucudan ailelerini sorumlu tutar oldular. Bu müptezeller için pozitif bilim ve psikoloji üzerine makaleler uyuşturucudan daha zararlıdır. Pozitif bilim Türk aile yapısına uygun değildir. Zaten makale okuyan müptezel bizim kültürümüzde yoktur. Bunlar hep bitli rastalı turistlerin rainbow ayağına ülkemize gele gele dışarıdan ithal ettiği şeylerdir. Bakınız İngiltere'ye herkes eroin içiyor. Ama aynı zamanda işin psikolojisini bildikleri için bırakabiliyorlar.

Şimdi gelelim doz işine. İş ailede başlar ailede biter dedikleri her ne kadar safsata da olsa bir demlik çayı oturup kahvaltıda bitiren ve çay konusunda doz aşımı yapan bir ailenin çocuğunun 5 gram metamfetaminle Boenova'dan Urfa'ya yürüyerek gittiğine şahit olmamız kaçınılmazdır ( Urfa için de ilçe ismi verirdim de bilmiyorum). Yani bu doz meselesi safsata dan ibarettir. Benim babam 40 yıllık çay bağımlısı hiç çay parası için dedemi dövdüğünü görmedim. Ama ismini vermek istemediğim bazı ibnelerin eroin parası için cep telefonunu değerinin çok altında sattığına şahit oldum. Ki bazı mahallelerde sırf uyuşturucu parası bulamayan gençlerin telefonlarına göz dikmiş telefoncular var. Bakın bu fırsatçılık sayesinde ucuza ikinci el bulan öğrenciler kimya okuyup milleti zehirliyor. Hem de uyuşturucuyla falan değil şampuan falan şirketlerinde çalışıyorlar.

Diyeceğim o ki konu doz olsaydı emekli olmak için 65 sene çalışan kimse mutlu bir emeklilik yaşayamazdı. O kadar çalışmak da doz aşımıdır. Bir otele geceliğine on bin lira vermek de doz aşımıdır. Ama bakıyorum milletçek dozunu aştığımız her şey bizi aşırı rahatlatıyor ve keyif veriyor. Fakat bunlar sorun yaratmazken elinde pipe la gözleri boyoz gibi olmuş bir delikanlının aştığı doz ( aşmasa da olur) bize tehlikeli geliyor. Ben inanıyorum ki üçten fazla deniz şortu olan bir beyaz yakalıyla, içtiği üçten fazla uyuşturucu çeşidi olan insan arasındaki tek doz farkı aşılan dozun yaygın kullanımıdır. Bir şey yaygınsa dozunu aşmanız sorun değildir. Nusaybin Urfa'nın değil Mardin'in ilçesidir.

YILDIZLAR SÖNÜYOR, KURAN TEHDİT EDİYOR, DARPHANELER PARA BASIYOR

Süleymancılar adında İçanadolu ve Akdeniz bölgesinde güçlü bir cemaat vardır. Çocuklarınız kapınızdan teslim alınır, itina ile kuran öğretilir l, beş dakikada üniversite sınavına hazırlanır, hemen beyni yıkanır. Henüz Fetullahçıların Fetö olmadığı tam aksine Nurcu diye anıldığı bozkırın metropolünde geçmekte hikayemiz.

Hikayemiz bir süleymancı yurdunda koca kafalı Talip'in sınıfındaki herkesten beş yaş büyük olmasının yazarımız olan benim dikkatimi çekmesiyle başlar. Hepimiz 13 yaşındayız bu neden 18 yaşında ve boyu şu Yasin suresini bir saatte ezberleyen ama kantinde aldığı çubuk krakerden kimseye vermeyen parlak suratlı Selman'dan daha kısa? Dikkat kesildim Talip'e hikayeler anlatamıyor diğerleri gibi. Çocukların hepsi ondan nefret ediyor, özellikleri yüzündenmiş gibi gösterselerde tamamen koca kafalı oluşundan olduğunu ilerleyen yıllarda insan acımasızlığının kalp donduran psikolojisini öğrendikçe anlayacaktım elbet. Ha bu arada o devir akran zorbalığına uğramak hiç çekici gelmediğinden Talip'i ben de sevmiyorum. Herkesin siyah dediği bir beyaza beyaz diyecek cesaret henüz o zamanlar küçük İrfan Kemal'e vahyedilmemişti.

Talip sürekli yalanlar söylüyor. Bir gün bir tartışma oldu tenefüs arasında ki nasıl tenefüstür bilinmez bahçeye çıkmak bile yasaktı. Talip Kız Kalesi benim babamın diyor. Oradan çocukların hepsi kız kalesi adında bir yer olmadığı konusunda hemfikir olup bunun ancak TV dizilerinde bolca gördükleri daha sonra restore edilecek olan kız kulesi olduğuna kanaat getiriyorlar. Bunu da savunurken Talip'i "daha kız kulesini telafuz edemiyorsun" diye cehaletlerine başka bir alandaki bilgileriyle manipüle soslu kızgınlı yağıyla haşlıyorlar.

Hangimizin çocukluğu başka bir gerçeğe ihtimal vermediğimiz cahil tartışmalardan geçmedi ki? O gün cahil olan bizler susmadıysak bildiğimizden değil kişiliğinizdeki o cahil DNA dan susmadık. Bugün o DNA lar insan denen aynaya bakanların kendinde bolca göreceği cinstendir. Polis mi daha güçlü asker mi tartışmalarında hangi aklı selim çıkıp ikisi de hükümet için çalışır dedi ki? Bilmediğimizden mi yoksa düşünmediğimizden mi? Pek tabii polisin de askerin de güçlü olduğunu bilecek çocuk ikisinin de devlet için çalıştığını düşünebilecek çocuktur. Apartman mahallelerinin ve cemaat kurslarının devletle pek bir münakaşası olmaz cennet vatanımda.

Talip'e gelen diğer suçlamalardan bir tanesi kraker cimrisi, Yasin Suresinin Hafızı Selman'dan geliyor. " Oğlum kız kulesi babanın olamaz o ya Torku'nun sahibi Recep Konuk'undur ya da Tayyip Erdoğanın'dır" diyor. İlginç ki Sabancıların, Koç'ların fink attığı kurtlu vadi olan coğrafyamızda sadece Konya'da zenginlik kazanabilmiş bir ismi başbakanla eş değer görüyor. Babası çiftçi imiş, fakirlerin evinde yerel zenginlerin adı çokça anılır buğday olmayan toprağında bile buğday sarısının silüeti sinmiş anadoluda.

Aradan günler gecçiyor, bu günler boyunca Talip'in babası bir gün çanakkale gazisi, bir gün uzay mekiği tamircisi, bir gün Atatürk'ün sırdaşı oluveriyor. Ben bunları dinlemeyi eğlenceli buluyorum nasıl olsa anlattığı insanlar zaten birinin babası ha bu seferde Talip'in babası olsun. Madem Talip yalancı olduğu için değil yalanı beğenilmediği için sevilmeyenlerden. Kız Kulesi madem birine tapulanabiliyor o halde Talip'in babası Atatürk'ün yaver olduğu için buna doğrudan hak sahibi.

Gün geliyor ben yurda alışamıyorum, bana en zor gelen kuralları kot pantolon giymemek oluyor ve bir gün Talip'le ailelerimizin bizi almasını yurt kapısında bekliyoruz. İçimden allaha dua ediyorum " Rabbim ne olur onun ailesi benimkinden önce gelsin" diyorum. Kibri yüzünden ademi hikayeyi başlatan düzeni yaratan tanrıyı kibrime kıyakçı tayin ediyorum. Olmuyor önce benim annem geliyor, Talip'in yanında bana bir tokat çekiyor " Bir şeyi de yarım bırakma" diyor ve koca kafalı Talip'in tipinden tiksinip oradan ayrılıyoruz.

Okumayı sevenler bu hesabı da takip edebilirler

KİRACI SOYKIRIMI VE BUZLU CAMLI KAPILAR ARDINDA

Herkes yazabilir, hem de isteyen herkes yazabilir. Önemli olan yazabilmek değildir. Önemli olan okunabilmektir. Peki Kenal Efendi, bu kadar zamandır yazıyorsun hiç okundun mu? Bilmiyorum, okuyan kimse bana ulaşıp seni okudum demedi. Zaten ben de bugüne kadar okuduğum kimseye ulaşıp seni okudum demedim. Antidepresan, kola ve seks üçgeninde hayatı mahvolmuş gençlerimizi gördükçe onların hayatına dahil olup yaşadıkları dehşet verici acıları deneyimlememek için okuyorum aslında. Sizin okuma nedeniniz de bir acıyı deneyimlemeden anlamaksa doğru bir okuyucusunuzdur. Neyi neden okuduğunu bilmeyen okurlar arasında yazdıklarımın kıymetli mi, yoksa kıymetsiz mi olduğu tartışmaya sonsuza kadar açık kalacaktır. Çünkü dünya okuyan sayısını her zaman alt limitte tutmak için evrimi daha az okuyanlardan yana geliştirir. Doğadaki canlıların, böceğe dönüşmüş bir gencin acılarını anlamaya değil, buğday üretip türünü devam ettirmeye meyili vardır çünkü.

Kimsenin acısıyla ilgilendiğimiz zaten yok. Bir yazar ünlü ise fikirleri de bizim için önemlidir gibi genel geçer bir fikri biraz terminolojik destekle savunursam, okuma yazma bildiği halde okuma bilmeyen herkesi en az on dakikalığına en fazla 2 günlüğüne fikrime ikna edebilirim. Oysa öte yandan birden fazla evi olan insanların hiçbir masraf yapmadığı ve geçim kaynakları sadece ev olmadığı halde bir şeylere zam geliyor diye kiralanacak evlerine yaptığı zalimce zamlar var. Herkes bu fikre ikna olmuş ve bu süre iki günden fazla sürmüştür. Kimsenin isyan etmediği direk kabul ettiği o kadar şey var ki onları başkası bulsun. Benim sorunum değil. Yeni bir evlilik aşamasındayım ve kiralık ev arıyorum. Kiralık evlerin masrafı ne ola ki? Neden inşaat malzemeleri tedarikten kalmış 20 yıllık bir evin fiyatı maydonozun fiyatı arttı diye artıyor? Kaldı ki maydonozun fiyatı da bir süre sonra kiralar arttı diye artıyor.

Bakın ben ekonomiden falan anlamam, ekonomiden anlasam sanırım kiralık evle ilgili bir sorunum olmazdı. Yazımız bu açıdan oldukça tutarlı gitmektedir. Kaldı ki tutarlı yazacağım hakkında elinizde hiçbir söylemim yok. Her neyse çocukluğumdan kalan özgüvensiz tutumumu kendimden emin başladığım bu yazıya bulaştırmazsam sanırım iyi olacak. Ama bu kira problemi ile özgüven bence doğrudan ilintili. O yüzden bu yazıda her şey birbiri ile ilintili. Çünkü ev kiralamak zorunda kalan evlenmek isteyen bir vatandaşın çocukluğundan itibaren binlerce sorunu olmuştur ve bu sorunlar yazı yazmak istiyorsa o yazıya yansır.

Ev sahiplerinin dikkatine. Babam da ev sahibi ve kendisi evini 600 lira gibi sayıya kiraya veriyor. Bu sayı ile hiçbir şey elde edemiyor. Ve kiracısının “ Ne kadar iyi bir ev sahibimiz var” demek yerine “ İyi salak birini bulduk da düdüklüyoruz” dediğine eminim. Bunu duydum mu hayır? Duysam ve bunu babama iletsem kiraya zam yapar mıydı? Yine hayır. Kiracı haklı mı? Düdüklüyoruz kısmında hayır.

Onur diye bir yönetmenin, ki kendisi film mi yapıyor video mu çekiyor anlamak mümkün değil. Ezberlediği kuralları bozunca güzel olur sanıyor ama şirketi battı. Bence şirket filmler tutmadığı için değil, Onur söyleşilere bedava katıldığı için batmıştır. Bir yönetmenin sürekli konuşması demek filmlerini kendisinin bile anlamadığı anlamına gelir. Neyse bu Onur’un dediğine göre insanlığın en büyük problemi kira problemi imiş. Bence hayır. İnsanlığın en büyük problemi zam problemidir.

Zamlar bir kiracı soykırımına neden olur ve kiracılar artık evin iç kapılarının buzlu camlarına ellerini yapıştırarak sanat filmi ikonu olurlar. Ya da o buzlu cam arkasında iki tane biri uzun biri kısa insan konuşur ve biz onların kavgasını duyarız. Salonu tahta kapılarala bölüp bir oturma odası ve bir salon elde eden yüce yürekli mühendisler ne ara devlet teşvik vermiyor diye tuğlasından, doğalgaz hattına fiyat şişiren zalimlere dönüştü. Bunlar zengin oldukça fakir halkın evsel ihtiyaçlarını unutur oldular. Klozetin lüks değil zaruret olduğu, küvetin zaruret değil çok lüks olduğu bu günden tam 7 yıl önce küvet aşağıya damlatıyor diye babam banyodaki küveti söktürmüştü. Biz bu evde eğer kiracı olsa idik, evi modifiye etmiş sayılacaktık. Çünkü günümüzde mermer küvetli bir banyosu olan evi satmak oldukça zor. Biz bu iyiliği kendi sahibi olduğumuz evde kendimize değil, hiç sahibi olmadığımız 3 senede bir gördüğümüz gurbetçi alt komşumuza yapmıştık.

Peki onlar ne yaptı? Oğullarını hacıya gönderip gelip burada sevmediğimiz siyasi eylemlerde bulundular. Şimdi kiraya çıkacak olan ben, yani büyük Türk yazarı. Emir Kun diyor ve doğruluyorum. İzmir’de barınmıyoruz demek kolay üniversiteli kardaşlarım. Gelin İç Anadolu’nun göt kesen soğuğunda barınmayın da görelim hadi. Hiçbir şey öyle kolay olmuyor. Tek başıma olsam soğuğu da bir kenara bırakır sokakta barınmama yaparım. Ama evinde barındığımın ev sahiplerinin anlamadığı şey şu ki karınla sokakta kalınca kimse o aileye akraba gözüyle bakmıyor. Ve ben ilk kez kendi ailemi kurma şerefine nail olan bu büyük Türk yazarı olarak birilerine akraba olmak istiyorum. Çünkü akraba olunca dedikodunu yapıyorlar ama yüzüne iyi davranıyorlar. Arkadaşların öyle değil, özellikle bu modernite adı verilen çöp toplama ve sosyoloji okuma deryasında arkadaşlar hiç dedikodunu yapmayıp seni kırmayı seçiyorlar. Bana söylenmediği sürece arkamdan ne söylendiğini umursamadığım için mutlu idim. Ama bunlar mutluluğumu da kaldıramamış olacaklar ki, kendi söylediklerini değil, kendi söylediklerine başkalarının verdiği cevabı şahıs orada değilken bana iletiyorlar. Yani gıyabımda yaptıkları dedikodunun dedikodusunu benimle yapıyorlar. Akraba böyle yapmaz.

Bir de kira konusunda ne kadar kötü ev seçersen o kadar ucuza oturduğun yalanı var ki, masrafları tamamen arttıran evler bunun en büyük eleştirisidir. Sobalı bir evin ısı yalıtımlı ve kapılarına sünger takmadan sıcağı muhafaza edebildiğimiz yerlerden daha ucuz olduğunu düşünerek kiralayan varsa ben onun ta aklını… Üstelik sobalı dedikleri evlerde sobayı kendin getiriyorsun. Siz hiç doğalgazlı diye tuttuğunuz bir evde kiracı olduğunuz için petek taşıdınız mı? Petek demirbaş soba değil öyle mi? Petek Demirbaş olsa olsa bir ara sabah programı sunmuş hem şarkıcı hem seksi olabilir. Sobasını benim atadığım bir evin kirasına ben karar veremiyorsam ben bu evde mülteci damgası yemişim demektir. Kaldı ki ben de tıpkı mülteciler gibi ev sahbinin hiç tanımadığı bir evden, başka bir ev sahibinin yönetiminden gelip orada barınmak istiyorum. AKP’li ev sahiplerine duyurum ve merhamet dileğim şudur ki, idolünüz olan insan koca ülkeye bedavaya sobasız kiracı alırken siz fahiş fiyatlar isteyerek mülteci kanununa muhaliflik etmektesiniz. Diyeceklerim bu kadar, karar yüce TÜRK VİCDANININDIR.

MİLLİYETÇİLİK YALANI NEDEN ATILDI?

Birazcık tarih magazini okuyan herkesin fark edeceği bir gerçeği gözünüze sokmak istiyorum. Fransız İhtilalinden bu yana gerek pozitivizmin, gerek varoşların, gerek de soysuz siyasetçilerin inandığı bir yalandan bahsedeyim. Irk konusu. Irk konusu Fransız İhtilalinden önce öyle Dünya gündeminde çok da konuşulan uğruna can verilen bir kavram değildi.

İnsanlar geçimi uğruna bir orduda askerlik yapıyor genellikle de ülkeyi yöneten soylu bir düzine ailenin bu orduyu fonlaması sayesinde ailelerine çoluklarına çocukların geçim sağlıyor, çoğu asker ailesiz olup genellikle zaten hayatta askerlikten başka statü elde edemeyecek insanlar seçiliyorlardı. Yaşadığınız dünyada ya bir lordun karın tokluğuna çalışan çifçi köylüsü olma hakkınız var ( Bu Osmanlıda tımar sistemi olarak merkezileştirilmiş ama mantık aynı) ya da şehirlerde başka bir sefalet içerisinde ülkenin başındaki kişinin subjektivetisine göre hayatınızın etkilendiği ama asla sınıf atlayamayacağınız bir esnaflık modeli seçebilirsiniz. Bunların hepsini boşverip avcı toplayıcılıktan bu yana şerefli sayılan askerliği seçebilirsiniz. Yine de bu askerliğin motivasyonu genellikle öyle ırkım var olsun, vatan sağ olsun gibi şeyler değil savaş bitip şehre döndüğünüzde ülke politikalarından en az etkilenen sınıf olmak, derebeyidir, köy ağasıdır kafaya takmadan yerel otoritelerin yalakalık merkezinde bulunmak, dünya kadınlarının kan döken vahşi erkek fetişmizinde tercih alanında bulunmak falan çok daha iyi bir motivasyon. Son dediğimi reddeden kadınların vücutları daha düzgün erkeklerle ilişkisinin, kültürü daha yüksek erkeklerle ilişkisinden daha uzun sürdüğünü günümüzde bile iddia ederim ki o dönem asker olmak halktaki aristokratların bile çoğundan kültürlü olmak demekti
(bkz: Mustafa Kemal).

Konuyu anlatırken kadınları dahil etmiyorum çünkü anlattığım tarihler kadınların sosyal statü açısından yer edinebildiği tarihler değil lütfen objektif olalım. Her neyse, şubu demek istiyorum bundan üç asır önce, Osmanlı Sarayında Türk olmanın, Arap olmanın, Macar olmanın zerre i miskal bir önemi yoktu. Osmanlı gibi ülkelerde müslüman ya da gayrimüslim olman daha büyük önem taşırken Roma Sarayında ve metropollerinde ailenin soyu sopu ırkından çok daha büyük önem taşıyordu. Bakın bu saydığım devletler hemen hemen aynı coğrafyaya hükmetmiş devletlerdir. Bir tanesi hanedanla yönetilip din merkezli bakış açısını baz almış, diğeri konsül sisteminde soylu aile kavramını merkeze almış. Osmanlıda bu arada kan soyunun önemli olduğu bir devletti bunun sebebi de miras kavramıdır. İnsanların eski bilimsel inançları ve dini inançları atada ne varsa çocuğa miras kalacağı yönündedir ki bu günümüzde çok da farklı değildir hem bilimsel hem ekonomik hem sosyal.

E tabii bu soylu aile, askerlik bilinci, tımar sistemi falan halkın bir kısmının ne kadar çalışırsa çalışsın hep ezilip köle olarak kullanılacağı içinden çıkılamayan bir cehenneme dönüşüyor. Burada Fransız'lar uyanıklık edip pozitif bilimlerin de gayri resmi gazlamısıyla "olum burjuvazide önümüz daha açık babamız kral değilse bile aynı ülkenin vatandışıyız var mı bize yan bakan" deyip devrim yapıyorlar. Fakat bu devrim üzerine o kadar kafa patlatılmış bie devrim ki, başarılı olur olmaz kendi içlerinde kavgaya tutuşuyorlar. Daha sonra ulus devlet kavramıyla tanışıp iki yüz üç yüz yıl içinde önce rengi farklı olanı dışlıyor, sonra gözü farklı olanı dışlıyor, sonra güneşte kalma oranı, diş yapısı, kıl oranı gibi işin bokunu pozitif bilimin karanlık tarihi ile çıkarıyoruz. O gün bilim denen şey ne kadar can yakmıştır bir bilseniz bugün bilim bizi kurtaracak demezdiniz. Bilim hala soylu aristokrat ailelerin asker üretmek için kullandığı bir araçtır. Bilim askeri teknoloji üretmek için ortaya çıkmıştır sen üniversitede kantinde karton bardakta nescafe içerken " Aristo kadın düşmanıymış abi" diye yorum yapabilmen içib çıkmamıştır.

Yine o çok güvendigimiz bilimin bir başka buluşunu sizinle paylaşmak isterim epigenetik alanında zencisinden, aboejinine, türkünden, hindusuna, portorikolusundan, sibiryalısına hepimizin DNA'sı epigenetik bilimine göre yüzde doksandokuz aynı. Yani senin bugün Türkçülük ya da kürt hakları deyip uğruna savaş verip öldüğün üstüne de çok büyük kahramanlık destanları ürettiğin bütün mesele bilimsel olarak yüzde birlik bir farktan oluşmakta, sosyal olarak da üç yüz öncesine kadar tamamen statü için yapılan bir mesleğin ganimet, maaş ve kadın uğruna sürdürülen bir mesleği hayali ve üç asırlik bir kavram geçmişine göre tetikçiliğini yapmaktasın.

Hadi bir bilgi daha vereyim o çok türkçülüğünü yaptığın şanlı türk ordusu Selçuklu devletinden itibaren Osmanlı ve sonrasına kadar, Araplar, Balkan ve Kafkas yetim çocuklarından oluşmaktaydı. Bir diğer bilgi ise bugün nefret Suriyelilerin, sekizinci asır gibi Bizans'tan korunması için TÜRK IRKI olarak paralı askerliğini yapmaktaydın. Yani hakkını savunduğun atan senden daha az milliyetçiydi. Hoşça kalin

KRİZ YÖNETEBİLME KAABİLİYETİNİN LİDER İŞİ DEĞİL EKİP VE ZAMAN İŞİ OLMASI ÜZERİNE

Başlığın sıkıcılığının ben de farkındayım. İlk kez bir Pazar yazısında başlik hakkında uzun düşündüm ve bu konuya en uygun başlığın bu olabileceğine karar verdim. Bunu yazıyorsam gerçi çok da emin olamamışım.

Süreçler, süreçlerimiz bizi sürekli hayatın az görünen ama hiç uyumayan bir yerinde takip eden kavram. Süreç öyle bir kavramdır ki, bu kavramı ağzına her alan başka bir şeyden bahsedebilir. Bir konuya özel değil her konunun içinde var. Hatta bazı yavan ağızlarda süreç kavramıyla ilgili olmayan meselelerin bu kavramla açıklandığı da tespit edilmiştir.

Şimdi gelelim bir diğer kavram olan tecrübe kavramına. Tecrübenin sık kullanıldığı ama defaatle yanlış yorumlandığı bir başlığı söz konusu. Başlık " Hayat tecrübesi" şimdi bazı eli boş insanlar benim gibi " Sen bu yaşına kadar ne yaptın kardeşim?" Denildiginde kulaktan dolma anlamdan yoksun Türkçeleriyle " E abi hayat tecrübesi kazandım" diyebiliyorlar. Şimdi tecrübe dediğimiz şeyi biraz ele alırsak ( Yazıdaki gerilimin farkındayım doğaçlama bir gerilim ama oturuyor) bir şeyi defalarca yapıp o konuda uzmanlaşmak gibi bir anlam çıkarirız. Hayat tecrübesi kelimesi yaygın kullanımına bakıldığında "Tecrübe" kelimesiyle neredeyse zıt anlamlı. Çünkü hayat tecrübesi kazandığını iddia edenlerin öyle bir konu üzerinde yoğunlaşmak yerine hayat içinde daldan dala atlayan dikkat eksikliğinden muzdarip dostlarimiz olduğunu fark edeceksiniz. Tabii ki yetmiş yaşina gelmiş ve hayat tecrübesi olduğunu iddia eden amcamız da buna dahil. Açıklardım ama sırf akıllardaki sivri karşı çıkışları susturmak için bu savımı en saçma yerinden savunucam ve dil bilgisi mantığında kimse sesini çıkaramayacak. Bir kere hayat tecrübesinin olabilmesi en azından hayatı tekrar etme durumu şarttır. Şaka tabii arkadaşlar dil bu kadar matematiksel ve net çizgileri olan bir yapı değil. İşin sosyolojisini göze parmak yapmak istemedim bu sefer metod değiştirdim.

Gelelim süreç ve tecrübe kavramlarının çağımızın en zeki canlısı insanlar üzerindeki kadin etkisine. İnsanlar durmadan bir şeyleri değiştirip yeni bir şeyler yapmaya bayılıyorlar. Topraktan kiremit yapan da var, petrolden kot pantolon yapan da. Biz bir şeyleri dönüştürüp bakın " beşeri bir ürün" diye sunduğumuzda, o ürünlerin bizi dönüştürdüğü ve günün sonunda yapıyı tamamen bozup yeni bir şey yapabileceğini düşünüyor muyuz acaba? Yani etki tepki meselesini düşünerek düşünelim. Düşünerek düşünmek süreğen yapılabilen bir şey değildir muhtemelen çoğumuz için ama istendiğinde çok kolay yapılan bir şey deneyin. Yani dünyanın bir süreci var da, bir tecrübesi yok mu? Ya da doğanın deyip olayi evreni falan alayını kapsayacak mücadele edilemez bir güç noktasina taşıyım.

EY! İnsan halkları ve kendini bir halka ait hissedemediği için şahsi ismiyle anılan diğer tüm insanlar. Dinozorlar devrinde canlılığın yuzde seksenini yok edip geriye bir tek " Ben bunu harcamış otoriteyim ha" diye dinozorlarin fosillerini bırakan doğa bize neler etmez. Doğanın bilinci var mı ona siz kendi içinizde bir değer verirsiniz ama doğa bazen bir türe özel suikast de düzenleyebilen ve hatta bunu türün kendine yaptırabilen bir otorite olabilir. Olabilir diyorum çünkü bu yazılar uç kafa ürünleri ha bahsedilen konu siktiri boktan klişe bir komplo teorisi ama sunum iyiyse problem olmuyor bu tarz konularda. Gerçi artık sunum falan dinlemiyor millet edebiyata mühendislik getirmişler ana fikir işe yararsa iyi değilse bilinç akışı falan kar etmiyor. Olsun biz ustalarımızdan devraldığımız bu işi ölçücüler gibi değil ritimciler gibi devam ettireceğiz. Şimdilik yeter valla yoruldum yarım saattir yazıyorum. Okuyan gözleriniz dert gormesin öpüldünüz.

Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.