Mastadon kullanıcılarına özel Telef'in yeni bölümünün iskelet metnini ilk bittiği çıplaklığıyla burada paylaşacağım. Bir iki güne teknik kısmı da biter.

Günlerden 4 Haziran 1994, İzmir’in Balçova ilçesinde bir çocuk doğdu. İsmini dedesinin ismi koymak istemişlerdi. Fakat anne olacak kadın buna razı gelmedi. O dönem için bile çok çok demode kalmış olan bir ismi seçtiler sonra. Mevlüt. Mevlüt yürümeye ve konuşmaya başlayana kadar evin sevimli ve ilgi odağı çocuğu olmayı başarmıştı. Zaten çok ağlamıyor nereye koysan oradaki eşyaya estetik açıdan uyum sağlıyor. Gününün çoğunu da uyuyarak geçiriyordu. Yürümeye başlamasıyla birlikte aile üyelerini zora sokmaya da Mevlüt o yıllarda başlamıştı. Babasının geç saatlere kadar çalışması, annesinin de yoğun akraba ziyaretleri neticesinde Mevlüt sülalede yaramaz çocuk damgasını yemişti.

Tarih 9 Temmuz 1993 Afyon’un Bolvadin ilçesinde ismini vermek istemeyen gergin bir köyde bir kız çocuğu dünyaya geldi. O ailede isim konusunda çok fazla bir tartışma olmadı direk babaannesinin ismi olan Fadime ismi kıza verildi. Babası köyün fakir düşmüş eski zenginlerinin bir uzantısıydı. Uzantısı diyorum çünkü ağayla tam da net bir akrabalık istense de bulunamıyordu ama ne hikmetse aynı soyada girmişler işte. Geçen günler içerisinde bir gün baba İsmet gittiği bir ilçe yolculuğunda trafik kazası neticesinde hayatını kaybetti. Hiçbir şartta ve koşulda ağlamak nedir bilmeyen bebek Fadime cenazenin verdiği yoğun stresten olsa gerek zırlama alışkanlığı kazandı. Fadime’nin annesi evlatlık olduğundan baba evine geri dönemediği gibi dul kaldığı koca evinde de alt sınıftan eltiler tarafından hor görülmeye başlandı. Eeeeeh sikerim yapacağınız mobingi diyen Kadın Sevda kızı Fadime’yi de alıp böyükşehir yolu tuttu.

Tarih 2 Kasım 1996, Samsun Bafra’da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bebeğin daha doğmadan aylar öncesinde ismi tartışılmış, sözlüklerden anlamlar karıştırılmış seküler manevi danışmanlara danışılmış ve Kaan’da karar kılınmış. Kaan dünyaya geldiği andan itibaren ağlayan zırlayan uyumak nedir bilmeyen, süt emmeyen mamaya ığğğğk diyen evlat olsa sevilmez hallerini bu çocuk hiperaktif diye eşe dosta yutturmuş ve sevilen bir bebek olmayı başarmıştır. Cinsiyeti belli olur olmaz odası hazırlanan, oyuncaklarla donatılan Kaan, ilk yürümeye başladığı anda evde bir şeyler kırıp döken, kendi yaşıtı veya biraz büyük arkadaşlarına şiddetle yaklaşan ve çocuk olduğunun bilincinde olduğu için de arsız büyüyen bir çocuk olmuştur. Babasının tayini çıkması dolayısıyla da Samsun’dan göçmüşlerdir.

Tarihlerimi 2001 yılını gösterirken, bir yerlerde yazar kasa fırlatan halk kitleleri diğer yanda İzmir Bornova’da çocuk okutmaya çalışıyorlardı. Mevlüt ilkokula başlamıştı. Eğitim kariyerinde kendine hiç güvenmeyen bir tavırla okul yolunu tutmuştu. Annesi veya babası diğer çocuklara yapıldığı gibi okulun ilk günü onu okula götürmemişlerdi. Mevlüt sınıfa girdiğinde yanında velisi bulunmayan bir kız ilişti gözüne. Fadime, boyuna posuna bakılırsa bu kız kendisinden büyük duruyordu. Sanki sürekli hamurla beslenmiş gibi bir hormonluluk vardı Fadime’nin üzerinde. Mevlüt cana yakın ve biraz da tehlikebilmez bir çocuk olduğundan Fadime’nin yanına gitti. Çünkü onun da annesi yanında değildi. Fadime’nin annesi de gündeliğe gittiği için kızının ilkokul günü yanında değildi. Fadime ve Mevlüt tanıştılar. Fadime sert mizaçlı kontrolcü bir kız olduğundan Mevlüt’ün merhaba sorusuna ters tepki vermiş ve “ konuşma benimle” demişti. Mevlüt de ima, tavır ve anlam çıkarma yoksunluğu çektiği için “ Niye” diye sorma gafletinde bulundu. Fakat Fadime’nin sekiz yıllık yaşantısında ilk kez kovduğu birisi gitmemek için direnmişti. Biraz tartışarak da olsa birlikte sıra arkadaşı oldular. İkinci sınıfa kadar da beraber yakın arkadaş olmayı sürdürdüler. Fadime’nin başarısının arkasına sığınan Mevlüt, okumayı Fadime sayesinde öğreniyor, resimlerini Fadime’ye çizdiriyor ve hoca tahtaya kaldırdığında Fadime’nin fısıldamalarıyla cevap veriyordu.

2003-2004 eğitim öğretim yılı Bornova’nın Mevlana mahallesinde tüm hızıyla devam ediyordu. Üçüncü sınıfta aramıza yeni bir çocuk katılmıştı Kaan. Kaan’ın üstüne başına bakılırsa bakımlı ve tertemiz görünmesi bu okul için biraz fazla kaçan bir durumdu. Babasının limanda bazı evrak yolsuzlukları ayyuka çıkmış ve Kaan’ın ailesinin mal varlıklarına el konulup babası da hapse atılmıştı. Bu durumda Kaan artık zengin yetişmiş fakir bir çocuktu. Bilirsiniz bu büyük sınavdır. Sınıf tarafından dışlanan Mevlüt ve Fadime ilk başta Kaan’a çok aldırış etmediler. Şımarık ve umursamaz hallerini büyük bir ustalıkla satan Kaan sınıfın en popüler çocuğu olmayı bir ay içinde başarmıştı. Tek esksiği derslerinin kötü olmasıydı. Fadime’de içten içe Kaan’la yakın arkadaş olmayı istiyor ama o kadar popüler birinin kendisiyle arkadaş olacağını düşünmüyordu. Mevlüt de kafasının içinde hep Kaan’ı alt ettiği senaryolar kuruyor ve Fadime’nin giderek artan Kaan hayranlığından nefret etmeye başlıyordu.

Bir gün sınıfta bir çocuğun Ronaldinhio’lu kalemliği çalınmış ve bu çalınan kalemlik Kaan’ın çantasında çıkmıştı. Hırsızlığın kamulaştırmak kisvesi altında normalleştirilmediği çok büyük ayıp olduğu bu yıllar Kaan’ın sınıfta küme düşmesine neden oldu. Ne olduğunu anlamadan kendini sadece Fadime ve Mevlüt’ün yargısız arkadaşlığında bulan Kaan öğretmenin gözünde de artık bir hırsızdı. Ben çalmadım dese de Fadime dışında kimseyi inandıramamıştı. Mevlütü de inandıramamıştı ama Mevlüt Fadime ne derse o deyip inanmış gibi davranıyordu. Sadece Kaan’ın sosyal mesafeyi aştığı her an eşyalarını kontrol ediyordu o kadar. Fadime ve Kaan’ın babasız olmaları onları daha da yakınlaştırırken Mevlüt’ün işe yaramasa da bir babası olması onları anlamasını önlüyordu. Mevlüt hatta bazen işi abartıp Allah’a babama bir şeyler olsun ama tam da ne olsun emin değilim diye dualar ediyordu. Çünkü eğer Mevlüt’ün babası ailenin başında kalmaya devam ederse Fadime elden gidecek ve okulun başından beri yanında olan yoldaşına uzak kalacaktı.

Allah Mevlüt’ün duasını mı kabul etti yoksa kader ağlarını buradan örmeyi tercih etti bilinmez. Bir gün Mevlüt’ün annesi ve Mevlüt misafirlikten geldiklerinde babalarını bir başka kadınla bastılar. Çıkan hengamede mutsuz rolü yapan Mevlüt acayip de sevinçli ve heyecanlıydı. O hengamede kim vurdu sebebiyle sinirli anneden üç, suçlu babadan iki tane de tokat yiyen Mevlüt bu mevzu beni aşar deyip odasına gitmeyi tercih etti. Odası derken evin öteberisinin konulduğu kaloriferin yakılmadığı öyle bir oda işte. Kimse o odayı Mevlüt’e vermemişti ama Mevlüt kendine orayı oda bellemişti çocuk işte. Sonra babanın evden kovulması, mahkeme süreci, velayetin anneye verilmesi, tazminat ve nafaka derken Mevlüt’ün ekonomik durumu kısa bir süreliğine tavan yapmıştı.

Mevlüt babadan kurtulduğu gibi zenginlemişti de. Yıllardır parayı karıyla kızla yiyen Mevlüt’ün babası artık devlet emriyle eve yüklü nafakalar ödeyecekti. Bütün harçlığını arkadaşlarıyla harcayan Mevlüt, Fadime’ye kırtasiye hediyeleri alırken Kaan’a kantinden ziyafetler çekiyordu.

Giderek büyüyen çocuklarımız orta ikiye başlamış, ses telleri kalınlaşmış kendi müzik zevklerini belirlemiş ve artık okul dışında mahallede de takılır hale gelmişlerdi. Bir yıl sonra girecekleri OKS ne Kaan’ı ne de Mevlüt’ü çok ilgilendirmiyor gibi görünse de Fadime arkadaşlarıyla başka liseye gitmek istemiyor o yüzden onların da ders çalışıp en azında kendi ayarına gelmelerini istiyordu. Fakat gelen ergenliğin de verdiği romantizm mahallenin efektiflğiyle kekoluk soslu olunca entrikalar kaçınılmaz hale geliyordu. Geçen sene sınıfa yeni gelen Afife adında bir kız tüm dengeleri alt etmişti. Kaan Afife’nin serseriliğine günden güne aşık oluyor kendisine büyük bir aşk besleyen Fadime’yi ise daha çok görmezden geliyordu. Zaten bu hırsızlık olayı çoktan unutulmuştu. Bu kız da yeniydi. Kaan neden hala sadece ezik oldukları için dışlanan bu ekiple takılıyordu ki? Kendisi ezik değildi, suçluydu ve suçu da unutulmuştu. Artık karakterinin potansiyelini değerlendirip yeniden en popüler olabilirdi. Hatta değil sınıf yaşı dolayısıyla okul da buna tanıklık edebilirdi. Afife ise gerek serseriliği gerek kafadan kontaklığıyla iyi bir suç ortağı olabilirdi. Zaman içinde Afife ve Kaan, Mevlüt ve Fadime olarak bir arada iki takım haline gelmişlerdi. Kaan’ın kavgacılığı, Afife’nin serseriliği, Fadime’nin akademik başarısı ve Mevlüt’ün baba parası bu grubu sekiz yıllık bir ilkokulda zirveye taşımıştı. Artık herkes onlarla takılmak istiyor öğretmenler derslerde başarısız olsa da çocukların sosyal başarısını ödüllendiriyor, aileler ise birbirleriyle yakın bağlar kuruyordu. Afife’nin ailesi hariç onun sadece abisi vardı.

O gün geldi çattı, OKS günü. Dörtlüden her biri başka bir okulda sınava girmişti. Fadime’nin annesi okul kapısı önünde bildiği tüm duaları okuyarak dışarıdan kızına destek veriyordu. Mevlüt’ün annesi büyük bir bıkmışlık ve umutsuzluk içinde okula yakın bir çay ocağında çay ve sigara içiyordu. Kaan’ın annesi hapisteki kocasının da hisleriyle oğlundan gurur verici bir sonuç bekliyordu, gözlerini oğlunun bulunduğu katın camlarına dikerek okul önünden ayrılmadan. Afife’nin abisi kuytu bir köşede bir tekli sarmış içiyordu. Sınavın çıkılabilir saatinde sınavdan ilk çıkan Mevlüt oldu. Eliyle koymuş gibi annesini buldu ve sınav çok iyi geçti dedi. Annesi okulun bahçesine bakıp Mevlüt’le birlikte çıkan diğer çocuğun atletini içine koymaktan aciz biri olduğunu ve çocuğun babasına yanına gider gitmez bir tokat yiyip atletini düzelttiğini görünce olan umuduna da orada kaybetti. Diğer okulda çıkış izninden 15 dakika sonra hafif bir kalabalıkla Afife çıktı. Afife abisini bulamayınca birinden telefon isteyip ezberden numarayı çevirdi abisini okulun önüne çağırdı. Abisi umursamazca gelip Afife’nin başını okşadı sonra onu dondurmacıya götürdü. Ödül mü mançiz mi bilinmez. Son dakikaya kadar Fadime ve Kaan okuldan çıkmadılar. Gözetmenin kitapları toplamasıyla çıkmak zorunda kaldılar. Fadime koşarak annesine sarıldı ve hiç iyi geçmedi diye ağlamaya başladı. Kaan rahat bir şekilde çıkıp annesinin gurur duymak isteyen bakışlarına iyi iyi sorun yok kazanırız bir yerler hadi gidelim dedi.

Yaz boyu da birbirinden kopmayan dörtlü hüzünlüydü aslında. İçten içe başka liselere gideceklerini orada yeni arkadaşlar edineceklerini ve yavaş yavaş da olsa birbirlerinden uzaklaşacaklarını biliyorlardı. Günü geldi ve sınav sonuçları ilkokullarının demir kapsına asıldı. Dörtlü oraya da birlikte gittiler. Önce Afife baktı listeye ve sonuç hüsrandı. Hiçbir yer kazanacak puan elde edememişti. Sonra Mevlüt baktı listeye ve Mevlüt sürpriz bir şekilde sallayıp çıktığı sınavda 500 üzerinden 387 almıştı ve bu hiç de göz ardı edilecek bir puan değildi. Puana arkadaşlarıyla üç dört kez bakıp inanamadılar. Hepsi Mevlüt’e sarıldı Afife buruk sarıldı. Sonra Fadime baktı puanına ve Fadime Mevlüt’ün de altında kalarak 310 almıştı. Fen Bilgisinde yaptığı kaydırma hatası Fadime’yi hüsrana uğratmıştı. Sınavdan beri içinde olan acaba kaydırdım mı şüphesi doğru çıkmıştı. Afife ve Fadime beton merdivene oturup ağlarken Mevlüt onları teselli etmeye çalışıyordu Kaan’da kendi adını listede arıyordu. Kaan, Mevlüt’ü geçen tek isim olarak 395 puan almıştı ve yine iyi bir skordu. Sıra kimin hangi liseye gideceğine gelmişti. Aileler rehberlik öğretmenleri şunlar bunlar derken Mevlüt ve Kaan aynı liseye, Afife tekstilciye, Fadime’de kız meslek lisesine gitti. Kaderin bu kirli oyunu gruptan sadece Afife’yi eledi. Çünkü Fadime Kız Mesleğ’e ayak uyduramayıp lisede de kopmayan Mevlüt ve Kaan’la arkadaşlığına devam etti. Afife 17 yaşında kocaya kaçıp bir daha da kimseyle iletişime geçmedi. Abisi de torbacılıktan yüküm giydi.
Fadime yılmayarak üniversite sınavında derece yapıp hakkını aldı. Mevlüt ve Kaan lisede işin puştluğunda oldukları için pek dersle falan araları yoktu. Zaten Mevlüt sallayarak girmişti o liseye dersleri ağır geliyordu ama üniversiteye de gitmeyi ihmal etmedi. Kaan ticarete atıldı liseyi bıraktı para peşinde koşup cezaevindeki babasına harçlık yetiştirdi. Fadime’nin annesi artık gündeliğe gidemediği için kendisi gibi dul bir adamla evlenip kenara çekildi. Mevlüt’ün annesi alkolik oldu.

Üniversiteden eve her geldiğinde annesini ya uyurken ya da televizyon başında izmaritlerle dolu bir küllükle vodka içerken gören Mevlüt. Uzun zamandır görüşmediği Fadime’yi arayıp durumu anlattı. Fadime profesyonel yardım alın deyip telefonu kapattı. Ama Mevlüt’ün nafakası artık alkole gidiyor ve tedavi için harcanacak para önden önden eriyordu. Mevlüt bir umut para için Kaan’ı aradı. Kaan elinden geleni yapacağını söyleyip sözünü tutarak yaptı da. Mevlüt’ün annesini Amatem’e yatırdılar. İki ay sonra oradan çıkan annesi artık ilaç bağımlısı zar zor konuşan bir kadına dönüşmüştü. Bu sırada Mevlüt işe başlayıp üniversiteyi bırakacaktı ama işe başlamayı da beceremediği gibi okuldan da atıldı. Üç beş gün sonra kovulacağı bir işten döndüğünde Mevlüt eve girdi. Annesini yine uyurken buldu. Bu sefer çok sessiz uyuyordu. Bundan kıllanınca annesini gidip dürttü. Baktı ki annesi nefes bile almıyor. Koltuğa oturup ambulansı aradı. Annesiyle ambulans gelene kadar sohbet etti. Alkolik olduğu için tüm akrabalarla bağını koparan ölü kadının hayattaki tek akrabası Mevlüt’tü.

Ambulans, polis, karakol, ifade, hastane, morg, karakol, hastane, morg, camii, sela, telefon, camii, gasilhane, camii, musalla, telefon, mezarlık, yalnız, cenaz, telefon, tabut, omuz, telefon, gözyaşı, kürek, sıra, telefon, yasin, hoca, telefon, Fadime, telefon, kaan, telefon, tahta, mezar, telefon, yalnız, mezar, telefon, telefon, telefon, telef o, telefon, telefo, Fadime, oks, anne, telefon, anne, telefon, anne, mevlüt, telef.

ETHERİKLE KONUŞMALAR: Bilim,Ruhban,Para

Bilimin bir din olmaya başladığını uzun zamandır söylüyorum anlatıyorum. Sanırım bunu daha iyi bir metotla anlatmadığım için ciddiye alınmadım. Ya da oldukça ciddiye alındım da sırf boktan hayatım daha da lüksleşmesin diye kimse fikrin bana ait olduğunu kabullenmek istemedi. Yine de bu konuda söyleyeceklerimi çekinmeden söyleyeceğim. Sonuçta bir türe, bir anlatı biçimine ya da herhangi bir disipline ait olmakla ilgili özgüven sorunlarımı aşıp artık sadece harekete geçen birisiyim. Elbette taklit disiplinler insanı o dönem yaşadığı dünyanın nimetlerinden yararlanmasında etkili olur. Fakat bazen özden gelen davranış bir insanı hayatla sınarken çok daha kalıcı ödüller verir. Ödül peşinde miyim? Dervişler kadar.

Bilirsiniz ki her gelişim doğal sınırlarına ulaştığında artık kendi yarattıklarını büyük bir çukur olarak yutmaya karartmaya başlar. Roma’nın karanlık Avrupa orta çağını başlatması, İslam devriminin ve Osmanlı’nın şuan ki Ortadoğu bataklığını yaratması gibi düşünülebilir bunlar. Şu an insan toplumunda bir tohumun filizlenip meyve verdikten sonra çürümesi tahminen beş yüz seneyi buluyor. Antik Yunan’dan hemen sonra kurulan Roma beşyüzlerde yerini karanlık bir Hristiyanlığa bırakınca altıyüzlerde doğan islam o üçüncü yüzyılda altınçağını yaşıyor. Romanın çöküşü onbeşinci yüzyılken ortadoğunun çöküşü ise yirminci yüzyıl oluyor. Tabii bu sırada da yeni bir disiplinle Amerika adında bir medeniyet doğuyor ve bu medeniyette doğalı dört yüz yıl oldu. İşin matematik hesabındaki nizamı ve kısalma aritmetiğini az çok anlamışsınızdır diye düşünüyorum. Kökünde medeniyet olan yine medeniyete Avrupa gibi kavuşacaktır. Bu bir denge meselesi. Bu yüzden cennet ve cehennem var. Bu dünya bunun tek kanıtı.
Bilim ise tıpkı Yunan’da ve Emevi’lerde olduğu gibi felsefik bir cevap arayıştan doğan ve günümüzde tek hakikat olarak kabul edilen bir noktaya geldi. Bunu tek hakikat olarak kabul edenlerin kaderi yukarıdaki paragrafta aslında verilmişti. Dogma bir şekilde katolikleşen her şey karanlıklaşmaya mahkumdur. Peki katolikleşmek nedir? Katolikleşmek halkın sağlık, yönetim ve tarım, beslenme gibi sosyal durumlarını daha büyük amaçlar doğrultusunda tekelleştirmektir. Bu tekelleştirme nasıl yapılır? Öncelikle bu tekelleşme için para baronlarına ihtiyaç vardır. Bir dönemin derebeyleri, burjuvaları, esnaf loncaları ya da toprak ağaları. Günümüzde marka sahipleri bu konuma getirilir. Bu para baronları devlet yönetiminde söz sahibi olmaya başlarlar. Sebebi için devletin toprak ve varlık sürdürmek için askeri harcamaya ihtiyacı olması ve bu baronların da bu parayı karşılaması yeterlidir. Komünizmde bu baronlara yer vermek yerine parayı tek elde devlet toplar ve dağıtır. Bu da bir yöntem ama insanların içindeki rekabet duygusu beslenemediğinden bir türlü kabul görmüyor ve çalışmıyor. İnsanları ortak bir varlık için hepimiz olabildiğince çalışırız ve olanı da eşit dağıtırız fikrine ısındıramayız çünkü hem bu fikre ısınmamamız için çalışan oldukça fazla argüman üreten bir sosyoloji örgütü ve medya var. Üstelik bu alışkanlığı kazanmak için doğacak nesillere karşı kendimizi dış dünyaya kapatmak hiç kimsenin göze0 alamadığı bir fedakarlık.

Konuya tekrar dönecek olursam oldukça basit. Bu para baronları devlete askeri mühimmat ve asker sağladıkça devlet de onların medyası ve rahiplerini konuşturmaya devam eder. Papalık tarafından atanan rahiplerden bazıları eğer İncil’i olduğu gibi halka okutursa mutlaka idam edilirdi. Şimdi etrafınıza bir bakın bakalım, gerçekten doğru kaynağından okunacak bir bilimsel makalenin dilini halkın anlama şansı var mı? Gerçekten anlayanlar bunu hiç manipüle etmeden halka anlatırlar mı? Kaldı ki biz henüz bilim dinini kabullenmiş bir toplum bile değiliz. Biz daha İslam üzerindeki atanmış rahiplerin sözünden çıkamadık ki bilim dininin rahiplerini eleştirmeye gelebilelim. Kendi din kitabımızın okunmasının şirk koşmak, münafıklık gibi görüldüğü bir ülkede eğitimle bilim anlayışı edinebilmek bir de bunu filtresiz edinebilmek oldukça zor ve hatta imkansızdır.
Para baronlarının atadığı güncel rahiplere artık doktor, profesör veya saygın başka hitaplar getiriyoruz. Onlar da kendilerinden önce saygın kabul edilen, şeyh, papa, hoca, imam, rahibe gibi kavramları toksikleştirip kendilerine karşı sonsuz bir güven yaratıyorlar. Tıpkı zamanında papaların ya da hocaların şamanlara yaptığı gibi. Bunun için sosyal medya, televizyon kanalları hatta yaygın akademik eğitimin kendisini bile kullanıp yeni bir saygın ruhban sınıf yaratılıyor. Tanrı planını uygulamaktan bir gün bile geri kalmıyor ve kendisi için savaşanlara da oldukça iyi bakıyor. Dün tacizci dediğimiz bir profesöre bugün yine hocam diyebilen bir din bu.
İş nereye varır bilmiyorum bence her şey bir kişinin etrafında kümelenip hakikatin ortaya çıkması ve cehennemin hayal perdesinin kapanmasıyla son bulacak gibi. Öte yandan bin yıl sonrasında okullarda şu sözleri duyarsak şaşırmayalım “ Eskiden dünyanın güneşin etrafında döndüğü düşünülüyormuş” :D. Bu cümle düz dünyacı olanların kuracağı bir cümle gibi değil mi? Hayır çevremizdeki dünyanın nasıl olduğunu bilmemizin bir yolu yok. Bildiğimiz her şey seçkin bir gurup paralı ruhbanın istedikleridir.

Bu bir Elif ve Leyla mücadelesinde kaybolan Yusuf'hn öyküsüdür.
Lucy ya da Lucifer'ın jartiyerinde ömür geçiren şaşkın Yakup'un fakirliginin saltanat diye anlatılmasıdır.
Ah bu Hitit kadınlarının hakkındaki şikayetleri dinle,
Kandırılmış elçilerin halkça oyalanmasının
Ölünce de çakmaca saygı duyulmasının kapsayıcı değil.

Bakma canım sen o pencereden,
Dil cahili diyor cehennemi perdesiz görüp kızan kadın.
Ne olmuş gömülen hazineler intikam almış sayılırsa?
Bu düşmanlığın sebebi mi var?
Nefret denen şey n çok sevgi sözlerinde gizlenen,
Kin denen uçmayı bilen bir inek değil midir artık?
Ya Hostes kılığında pilotu cellat günahıyla donatan iblise ne demeli?

Bu bir Elif ve Leyla ortaklığında 14 adama dönüp dönüp aynı suali sormaktır.
Şeytan bunun neresinde bilmem ama,
Seyirciler arasında birazdan kulise tebrik için gelecek olanın içinde gizlidir.
Sazında değil.

BİTMEYEN YOL:
Düş ve düşüşlü bir yol bu...

Sana söylenen yalanı yansıttığın için sana yalan söylüyorsun dyebiliyorlar. Bundan sıkılıp sana yalan söylendiğini anlayınca üstüne senin de yalan söyleme hakkın olduğunu hakiki bulmuyorlar. Halk kin ve teşvik istiyorsa... Engellememiz gereken bunu onlara verenler mi, yoksa bunu isteyenler mi? Tabii ki de birincisi her zaman isteyen taraf istenen bir taraftır. Bugün senin istemediklerini isteseler de, talep etmenin sonu yok nasıl olsa gün gelir senin rüyanı isterler. Dünya'nın en sevdiğim kötü huyudur tekrara düşmesi. Güç sendeyken başını ezdiğin pazarcının kendisi olmak istersen eğer, gücü kazanan başkası da senin pazarını devirecektir. Çünkü yıllardır pazarda hep yanlış olduğu için değil bazen de gücün düzenine karşı olduğu için tezgahlar devrilmiştir.

Yine de her insan, bir eşya talep ediyordu. Benim de bir talebim vardı bir zamanlar; şahit olduklarıma yön verebilmek. Ne yazık ki bunu hiçbir zaman yapamadım. İnanın bu öyle büyük bir güç değildi. Yerini değiştirmek ya da en azından kafanı çevirmek kadar doğal bir hareketti.

Psikolojimin bozuk olması onun güzel çalışmadığı anlamına gelmez. Psikolojim mevcut yasaları anlamakta. Anladığında da yorum ve lehçe farklılığından dolayı sürekli olarak karışmakta.
Kişi eşya ister, ona isim vermek, görev vermek ister, anı saklamak ve daha nicelerini ister. Save yani koru olan save, yani sev. Yolun sonuyla çok ilginenince yolun tamamının rengi atar, asfaltı eskir. Yürümek ve yürümemek aynı şeye dönüşür. Bu yüzden her insan eşya ister evet ama kimisi yolun içinden kimisi sonundan ister.
Bununla ilgili birisine psikolojisi bozuk demek psijkoloji denen şeyin kendisi değil mi? Haykırdığımız şeylerin gerçekleşmesi mümkünse, bu dersin en başında çocuklara çok iyi bir şekilde her türlü bilimden önce anlatılması gerekmez mi? Hayal mi geliyor bu fikir? Yaşadıkları hayatlara şöyle düşünerek bir baksınlar. Orada hakiki biçimiyle gizlenmiş o eli ve elin kendi sözleri olduğunu görürler mi? Buna inanan da var inkar eden de. Gördüğü için inkar eden de var.

Aşk şarabının bir iki yudumunu insanlarla içebilir insan. Gerisinin bir kısmı gökyüzündeki yıldızlara adanır. Bir kısmı denize adanır. Bu ikisinden biraz fazlası esen rüzgara ve mırıldanan şarkıya pay edilir. Bardağın yarısı böylece biter. Kalan da ikiye bölünüp devam edilir.. Çeyreğin yarısı geçmişe adanır. Öteki yarısını sessizlikle boca eder bir çeyrek şarap daha üretirsin. İşte iki çeyreğin birleşimi olan kalan bardağın son yarısını hiçbir zaman neye ayıracağını bilemez elinde öylece tutarsın. Yavaş yavaş tüketmek istersen sürekli çoğalır, birden dikip "Nihayet" diyebilirsin de.

BEN NE ZAMAN ÖLDÜM

Olmakla sınav,
Arada kalmak azabının
Elçisi yüz değiştiren tanrının
Hilesi bu.

Hatmettim ve cahlettim bilgiyi
İpimi çeken cellat
İzleyen gözlerle arada bir insan
Beni o insana gömen
Yeniden onda dirilten
Elçisi günahkar tanrının
Planı bu.

Su verenler,
Susma vaktini bilmek
Gönül fethetmekten,
Yine de
Her fethi can alan
Tanrının düzeni bu.

HİÇBİR EKSİKLİK YOKTU ONDA

Sözümona güç sahibi bir insan, doğruları var. Kendi doğrularını başkası üzerinde sınayan insan. Gerçeği bildiği halde yalanı da biliyor o halde. Çocuk babası olsaydı eğer çocukluğunu da affedebilirdi. Saate baktı ve uzun zamandır pil alması gerektiğini o an hatırladı. Masasından üşengiçliğine olan öfkesiyle kalkıp hayatından geçmiş kadınların suçlu buldu bakkala giderken. Zaten hep o an dışında ne varsa düşünür, o anı da başka bir an düşünürdü. Bakkal iki sokak ötede dar ve yanlış eğimli bir sokaktaydı.

Yolda yürürken ayakkabılarının ipleri çözüldü. Kemeri yırtıldı ve kot pantolonu seri seri düşmeye başladı. Önce iki elini kemer deliklerinden sokarak pantolununu yukarıda tutmaya çalıştı. Ne kadar da talimsizdi ellerini sallamadan yürüyebilmek konusunda. " Acaba donla yürüsem ayıplanır mı? Şorttan ne farkı var rahatımdan önemli değil ya." diye düşünüp pantolonunu çıkardı ve bir apartmanın kapı kulpuna dönerken almak üzere astı. Bakkala kadar donuyla gitti tahmin ettiği tepkilerin hiçbirisini almadı. Bakkala girdi kalem pil sordu bakkal ona işletmesinin çevreci olduğunu ve sadece yenilenebilir enerjiye inandıkları söyleyip eğer gitmezse bıçaklayacağını söyledi. Çaresiz geri dönmek için yola çıktı, dönüş yolunda ise az önce tepki vermeyen aynı insanlar onu donla dolaştığı için kınadılar. Hatta birkaç kişi saldırmaya bile kalktı akil yaşlılar meczuptur deyip olayı sakinleştirdiler pantolonunu bıraktığı yere geldiğinde apartman aynasında kendisini donla görünce kendi yüzüne tükürüp pantolonu alıp eve döndü. Sonra pantolonun cebinde paketinden açılmamış bir kalem pil buldu. Pili saate takıp tekrar masaya oturdu ve tüm bu olanlardan dedesini suçlu bulup uyudu.

Sabretmek için geç kaldığım yerdeyim.
Vazgeçmek için erken diyorlar.
Konuşmamaya karar veririm,
Fark etmez zaten adıma konuşabiliyorlar.
Suçlayacak kimsem kalmadığında kendimi suçlarım diyorum.
Bunu zaten yaptım biliyorlar.

Rüzgar ikimiz arasında laf taşır.
Binlerce mektup alıcısının balkonundan
Yanlış imalar fışkırır.
Işığın açısının önemi bile
Laftan fazlasıdır.

Kaybettim demişsin
Onlar kazandı.
Ne bu hararet?
Bir tebessüm mü?
Hatrı sayılır acılar?
Yaşlılık hissi mi?
Artık durağan olmak mı?
Ne kazandılar?
Sen ne kaybettin itibar mı?

Arkadan konuşmak namert işi midir? Namerdin savunma hakkının kutsallığıyla bir cevaba bağlanabilir. Ne yazık ki bu cevap hep davadan sonra gelir.

Yıkılan binanın camından toprağa atlayarak hayatta kalan abinin ilk sözleridir.

Muhabir: Efendim atlarken telefonunuzu yanınıza alma soğukkanlılığını nasıl gösterdiniz?

Abim: Yav ben yıllarca sahilde şezlongta uyumuşum. Allah nasip etti bir ev alabildik şükürler olsun. Bakın cüzdanım bile üstümde. Ben müteahhite güvenip hürriyetimi o eve bırakır mıyım amına koyum? O yüzden soğukkanlılık dediğin tecrübe ister çiçaaaaam.

KRİPTOBİYOGRAFİ

Ben silmem yırtarım. Keskindir vazgeçişlerim. Nerdeyim ne haldeyim? Sorudan sonra konuşmaya devam edilmemeli. Oturup cevap beklenmeli.

Adım Abdül 33 Yaşındayım. Eğer son zamanlarımı kurguyla anlatacak olsaydım böyle başlardım. Kahkahamı attım ve düşünücem.

Felsefe yerel olmalıdır. Çünkü insan kendi diliyle konuşanlar üstüne daha çok düşünür. Sürekli aynı konular üstüne düşünmek çıkarımı tekdüzeleştirir. Diye düşündüm tavandaki örümcek ağlarına bakarken. Bunları niye yazıyorum? Bir yaratım mı bu?

" Peki israf etmeyi sonradan mı öğrendiniz, hep mi vardı?" Dedi psi.log.

Mesela kim şair olmak ister diye bir yarışma neden yok? Şair adayları mülakatlı bir ön elemeyle seçilir. Yetenkli olanlara bağlayıcı bir sözleşme imzalattırılır. Kazanana yine para verilir. Öyle ya kimin şair olduğunu bir başkası belirleyemez. Üstelik her yetenek çalışarak öğrenilebilir. Ruh taklit edilemez. Derin bir nefes aldırdı bu düşünce bana.

- Hiç mutlu olmamış ana karakter başkalarının mutluluğu için savaşır.
- Hayaletlerin varlığı bilimsel olarak kanıtlanır.
- Simitçi bir baba kötü olmaya karar verir.

Işığa ihtiyacım var olabildiğince uzun süren ışığa. Eskide herkes sadece filmlerden konuşurdu. Eğer insan konuşamayan bir canlı olsaydı çıkardığı tek ses " hapşu" olurdu. Böceklerin yuvalarına Domestos döktüm.

Entellik düşünceleri üstüne düşünmekmiş.

Hazır yeri gelmişken şu evrim meselesini bir konuşalım. Uzaylıdır şudur budur evren tehlikeli bir yer. Bizim en başta beslenme alışklanlıklarımızı değiştirip evrimimize yön vermemiz gerekmekte. Bunu biz yapmazsak başka bir tür bizim için yapar. Adapte olamayan daha kötü bir tür olur. Ne yazık ki ölmenin mümkün olmadığı bir fanusun içindeyiz.

Cehennemin onlardan olmak olduğu bir yer düşünüyorum. Belki evet çok açıldım ve tüpsüz dalış yapıyorum. Beni türcü olmakla itham edebilirsiniz. Barış ve huzur için uğraşanlar başarırsa iyi. Kendi türüyle bile savaşan varlıkların barış ideolojileri kadar iyi.

Hayat benim bildiğim gibi ya da değil. Yüreğimin neresi olduğunu bilmiyorum. Köyün yerken kalp ve yüreğin başka şeyler olduğunu öğrendim. Bu alışkanlıklar değişmeli. Bugün ilk kez kestane şekeri yedim.

Bu yeni bir sayfadır.

Bu cümle ise paragraf potansiyeli taşır. Ben tanrı olsaydım cehennemin üstüne hoş geldiniz yazardım girişe değil üstüne.

" Abdül kalk yatarak ders çalışılmaz."

İnsan gerginliği üstüne düşünebiliyorsa da enteldir. Çok çabuk heyecanlanıyorum aslında iyi oluyor kilo veriyorum.

Yeni ve iyi şeyler genellikle tesadüfen ortaya çıkarlar. Onlarla bir pazarcı olmak ya da koleksiyoncu olmak aynıdır. İnsanın kendi tatminine yaptığı sanat tartışmaya kapalıdır.

Şimdi biraz sıkıcı olabilir.

Çocukluk aşkının ismi Mihriban olursa bir insanın. 2003-2004 devlet ilk ücretsiz ders kitaplarını işportada satmak nasıl fikir? Öğretmenlerin elinden kaynak seçme hakkı alındı. Yaşlı hocalar emekli edilmiş bir eğitim anlayışına son verilmişti. Bir değişimin ilk kurbanları olduk. Bu mesele siyasal değil tamamen duygusaldır.

Devam edecek...

ELİF KONUŞMAK YOK

Hayat bazen de bir ses oyunudur. Tanrı eğer ışığı üstün kıldı ise ve yıldırım kendini aydınlattığı sürece yürüyor ise, bilmem bunu ben mi yaptım? Kötü müdür iyi midir? Ben bunu düşünecek kadar önemli olduğumu düşünmüyorum. Bu sorunun yine de bir cevap ihtimali var. İyi olan herkes, kötülere de iyi davranmak zorunda mıdır? Bu içimizdeki iyiliği zedeleyen bir şey mi? İyiler de kötülük edebilmeli. Belki de kötülük denen şeyin yayılması sevilmesinden değil, savunmasındandır. En iyi saldırı bir savunmadır sözü, tamrının iyi olduğunu çağrıştırır.

Konuyu çok düşünmemiş olmakla birlikte bu konu anahtar bir konudur. Bu sebepten önemli bir şey bulmuyorum. Bir yerlerde çok değerlidir, beni ilgilendirene kadar beklerim. Sizin hayatınızda eğer önemli bir zemin bulursanız buyrun, kurun ben oynarım. Kusura bakmayın ara ara o dilde konuşmam lazımdı önyrgım ve ömeyargılarınız yüzümden.

İKİ BASAMAĞIN ARASI

Gün batımında iki merdiven arasında gördüm başka yüzlerinden birini.
Yasaklanmış bir PlayStation oyunu gelir aklıma.
Güneş batınca hayat değişiyor sen de bunu gördün.
O halde neden yalan söyleyip duruyorsun sevgilim?
Ne bu aklımdaki kör düğüm?
Be yapmam gerekiyor esen kız sesleri arasında.
Neyi kanıtlamak bu?

Önümde bir yemekhane,
Otobüs şoförünü dinleyen bir dilencinin önündeyim.
Kovulmuş bir şeytanın göz yaşları yanımda oturuyor.
Kovdum şimdi onu ben de,
Sustum şimdi, bekçi sinirlenir, kafa tasımın üstü değişirse.
Hoşçakal kaderimin sahibi,
Hoşçakal ay saltanatının sultanı.
Hoşçakal güneş kumpanyasının efendisi.
Seni burada, bu iki yerin ortasında,
Belirsizliğe terk ediyorum kendimi.
Zafer artık bir erkek ismidir.

SEYREK SİYANÜR

Bu su kirli su,
Bu sudan saraydaki kahpeler değil,
Rüyasında zeytin toplayan garibanlar içecekler.
Su yüzünden birden değil
Yavaş yavaş ölecekler
Ve cinayete ecel diyecekler.

Kimseye kalmadı bu topraklar,
İpek elbiselerinizi de,
Bize giydirdiginiz petrolleri de çıkarıp
Hepimize mezar olacaklar.

İş gelince gömülmeye toprağa
Ne biz sağ, ne sen ağa?
Hep birlikte, hep beraberce dönüşeceğiz.
İş gelince gömülmeye toprağa,
İşte o da başlıyor ayrıştırmağa,
Kimi altından ırmak akan bir çiçeğe,
Kimi bir firavunun mazotuna dönecek.
İçinde doğa olan doğaya
İçinde makine olan makinaya verilecek.

Son sözü ne ağa, ne firavun, ne köylü, ne gariban
Son söz güneşle toprak arasında bir an.
Onlar arasında kalanlardan
Karar yine onlardan.

HİZMET SEKTÖRÜNDEKİ MODA ANLAYIŞININ HİÇ DEĞİŞMEMESİ ÜZERİNE ZORLA DÜŞÜNÜLMÜŞ YAZI

Her mavi yakalı gibi hizmet sektörü deyince aklımıza garson gelir. Garsonların sanırım yüzyıllardır degişmeyen bir moda anlayışı vardır. İş yerinin kalitesini belirleyen kırmızı yelek ve papyon, kalitesizliğini belirleyen ise muavin gömleği gibi beyaz gömlekler ve soyah kumaş pantolonlar. Elbette küçük butik bistrolar bizi çorbamıza işediğini düşündüğümüz hipster garsonlarla da tanıştırdı. Hatta bazıları o kadar abarttı ki neredeyse avcı toplayıcı dönemden üstüne şalvar geçirilmiş kas yığını adamları karşımıza garson diye koydu. Kabileye fil avlayıp getirmesi gereken adamdan su istemeye haliyle çekindik. Yine de bunlar büyük ölçüde moda anlayışını değiştirecek kadar güçlü değiller.

Sadece garsonlar değil ama bu modayı belirleyen garsonlar olduğu için bahsi oradan açtım. Hostesinden, belediye otobüsü şoförüne oradan da kumarhane kurpiyerlerine kadar hepsinin moda anlayışı garsonlarınki ile aynı. Ha bu moda anlayışı kötü mü değil beyaz, kırmızı, siyah renkler etrafına kurulmuş koca bir ekmek kapısı bu. Bu moda anlayışı değiştirilince ne olur acaba diye merak eden Türk Hava Yolları'nın 2014 hostes üniformalarına bir baksınlar, iyi ki değişmiyor lan diyebilirsiniz.

Bu moda anlayışını hatta hizmet anlayışının eski bir versiyonunu modern ayağına kakalayıp değiştiren bir kol var KURYELER. Kuryeler vücutlarındaki doldurulabilecek tüm boşlukları siyah çanya ya da siyah cep bantlarıyla doldurmuş kasketleriyle hareket etmenin zor olduğu kırmız montlar giymiş, adeta uzaylıyı andıran garip bir hizmet sektörüdür. Tabii biz zannediyoruz ki internet geldi evden alışveriş yapabiliyoruz. Peki bundan otuz sene önce eve gelen sütçüyü, tüpçüyü, sokağından geçen işportacıyı " Ne güzel lan evden oturduğum yerden alışveriş yapıyorim" diye düşünüp sahiplenmediniz? Kırmız, Siyah, Beyaz kodlarını kullanmadıkları için mi? Nedir bu toplumun ara renkleri tercih eden insanları dışlayışı? Hatta sokaktan geçen eskici sayesinde evde oturduğun yerden satış bile yapabiliyordun. Bu eskiciler sayesinde mahallede çeteleşip inşaatlardan demir toplayan bu demirleri bir bahçede depolayan, üstüne üstlük onu koruyan hatta belki çalındı mı diye gece rüyaları kaçan küçük girişimci beyinleri harcadınız. Hem de ne için ev hanımlarının bir sike yaramayan örgü işleri Trendyol'da satılabilsin diye. İnternetin bağırmak, hizmetin ise ara renkler olduğu iddiasız bir dünyanın çocuğu olmakla gurur duyacağım. Aslında bakarsanız pek sikimde değil, her vasıfsız insan başı sıkışınca garsonluk yapabiliyor. Ben sırf hizmet sektörünün moda anlayışı ve müşterilerin üzerine düşünse " Obsesif lan bunlar" diyeceği temizlik anlayışı yüzünden yapamıyorum buna kıl oldum. Daha iyi yapabildiğim bir alanda onların moralini bozmak istedim okuduğunuz için teşekkürler.

Bugun bir yillik arşivimden birkaç yazi ardarda paylaşacagim

PLASTİK KARASI BAHTIN GİRDİ RÜYAMA BİR GECE

Hüzün kurutmuş annem, mutluluğumuzu kırıp üstüne güneş tutalım akşamdan.
Çeşme bozulmuş iki sokak ötede çocuklar gemileri karadan yürütüyor bu sebepten ağlayalım buna.
Dün yedi yaşındaydım televizyonda bir adam şarkıyı söylüyordu,
O paylaş saati şarkısını.
Geçen gece gökyüzü akmış tamire çıktık mahalleden bir kaç fahişeyle, göz yaşlarıyla sıktılar vidaları dünyamız tamir olundu böylece.
Terliğim bir plajda zincirleme oyuncak kamyon kazasına neden oldu,
Otel sahibi ve Kırım'lı halk ozanları gitmemi istediler.
Üstelik midemde bazı ilaçlar tepkime yerine genel geçer olmayı seçti.
Ben buradan tüm tan şahidim olasıcasının sözlerini,
Yani bokumda boncuk aramayı ve aramayı sevenleri yazdım.

BİR KADEH İNSAN İÇMEK İSTİYORUM BARMEN ÜSTÜNE DOMATES VE MISIR ŞURUBU LÜTFEN

Uyuyordum uyandım. Bu uyanışım 7 gün sürdü. Bazıları buna bir hafta diyor. Aynı Azer Bülbül'ün bir haftaya " Vallah çeyrek aydır ayaktayım" demesi gibi. 7 sayısı 1 sayısından büyük. Nedense 7 gün bir haftafan küçük. 1 Sayısı da Çeyrek sayısından büyük ama çeyrek ay 1 haftadan büyük. İşte o an sayıların miktarlarının niteliklerinin bekirsizleşip tüm algılanışın sıfatlara bırakıldığı o an. Düşünüyorum da insan olduğumuz için mi her şeyi insanlaştırıyoruz? Biz de öyleyiz niteliğimizin öneminden büyük bir sıfat alırsak önemimiz artıyor. Bu insana has kavram bozukluğunu sayılara da yapmışız çeyreğin sıfatına göre birden büyük hatta yediden de büyük olduğunu görünce anlıyorum.

Birine müdür demekle genel müdür demek o insanların niteliklerine göre belirlenmiyor çoğu zaman. Hayır hayır beni anlamadınız liyakattan ya da daha iyi olmaktan bahsetmiyorum. Eskiden Mısır krallarının nano teknoloji kullanıp vücutlarına altın sürdüklerini duyanlarınız olmuştur. Piramitlerdekiler günlük sağlık sigortası ve iki litre bira için çalışırken. Bu da değil nitelik. Öyle bir nitelik ki 7 ile 1 arasındaki fark gibi olsun. Çeyrek bir sayı belirteci olarak kullanılırken kendine ait bir rakam sembolü yok. 7 çok başka 1 çok başka, çeyrek bambaşka. 1'in çeyreğe hiyerarşik üstünlüğünü tabloda yer alan bir sembolü olmadığı için kabul ederim. Lakin bir genel müdürün ya da bir kralın benden farklı görünmese bile en azından yemek yemeden hayatta kalabilmelerini beklerim. Benimle aynı temel ihtiyaçlara sahip olanların benden nitelik olarak üstün olmasını kabul edemem.

Sıfat bu yüzden kirli bir şeydir, çünkü rakam havuzunda sembolü olmayam karaktersiz bir çeyreğe gökyüzünde ayın adını ekleyince güneşten güç alan gün sıfatının üstünr krallık kurması kaçınılmaz bir kandırmaca haline dönüşüyor. İşte kahrolasıcası insanlık macerasının etimolojik dikta gücü zannımca budur. İnsan olmaktan mütevellit her şeyi insanlaştırmak ihtiyacı.

Yıldız Dedektifi Halis Gerçek Bey

Yıllar geçti üzerinden hala unutumadım Halis Bey'i. Onunla İzmir Konak'ta zenginlerce fonlanan İran'lı bir peygamberin tanıtım gecesinde tanıştım. Senin orada ne işin vardı neden İran'lı bir peygamberin workshopuna katıldın diyebilirsiniz. Elbette ki bedava yemek konusunda o dönem en iyi menüyü bunlar veriyordu da o yüzden. Ne peygamberin adını hatırlarım, ne dinin adını. Tek hatırladığım dinin tanıtımını slayt sunumuyla yapmış olmalarıydı.

Tanıtım bitirildi her nezih organizasyon gibi bu organizasyonda da insanlar gruplar halinde fiyonk haline getirilmiş masa örtüleri ve masalar etrafında dörder beşer gruplar halinde toplaşmaya başladılar. Üstüm başım kötü göründüğü saçımda kepek olduğu içinde sedef hastasından halliceliğimden bir çok masaya gitmiş daha sonra masadakilerin birer birer bahaneyle dağılmalarını seyretmiş bulundum. İlk birkaç masada durumun kendimle alakalı olmadığını düşündüm. Koskoca onurlu bir dinin mensuplarının söylediklerine bahane demek haddime değildi. Bu dağılan masa sayısı arttıkça benim de üstüme alınmam korelasyonlu biçimde arttı.

İleride bir masada boynunda kırmızı yeşilçam fuları, kahverengi takım elbisesi ve muhtarların kullandığı tütün tabakası ile bir adam yalnız başına durmuş bana bakıyordu. Bu bakışın sahibinin kostümü düşünüldüğünde rahatsız olmam üstüne üstelik kavga çıkarmam gerekmekirdi. Bunu ne yazık ki yapamadım, onun yerine yanına gidip tanışmak istedim. Somurtarak bana bakıp " İşimi baltalıyorsun evlat, yemeğini yediysen git buradan" dedi. Tabii benimle kısa bir süre görsel olarak ilgilenen birisi buraya karnımı doyurmaya geldiğimi anlayabilir hatta ve hatta bunu normal bile karşılayabilirdi. Üstüme vazife olmayan işler müdürü olarak bu beyfendinin işinin ne olduğunu sormuş bulundum. Beni ilgilendirmedigini anlatan karmaşık gizemli uzun bir konuşma yaptı. Birçok şey söyledi ama hiçbir şey anlatmadı. Çok sonra anlayacaktım ki benimle konuşmayı bir kamufule seçeneği olarak değerlendiriyormuş.

Gecenin ilereleyen dakikalarında sahne dedikleri on santimlik platformun üstüne sarışın yaşlı bir kadın çıkıp " İmdat" diye bağırdı. Etraftaki insanlar alkış tutup " İşte sanat budur" diye naralar yükseltmeye başladı. Yükselen naraların arkasından daha toy, daha cılız ama daha nitelikli bir nara " Suların öndünde durmasınlar" dedi. Tam o anda yanımdaki bey silahını çıkarıp sahneye fırlayarak sarışın kadının kafasına silah dayadı. Herkes yine alkışlamaya başlayınca yedigim yemeklerden şüphe edip oradan hemen uzaklaştım. Sonrasında ne olup bittiğini hiç öğrenemedim. Sadece o geceden aklımda kalan benimle konuşan beyin adı ve mesleğiydi. İsmi Halis Gerçek'miş. Mesleği dr Yıldız Dedektifliğiymiş. O günden beridir toplu zengin yemeklerinden itina ile uzak dururum.

Deprem harabeleri arasında, bak bana oglum deprem harabeleri arasında. Büyük dağlarla bir orman itfiayrcisinin arasında. Bir el uzanır Hattuşaş'tan Dikmenin ortasına.

Bir viranede zayıf bir kız cigarasını yakmış sotede. Terli atletli bir adam evladını kaybetmiş Bodrum Mahfel Kafenin Adıyaman İlcesinde. Senin derdin ne diye soran bir orospuyla felsefe taşı satan bir adamın virgülündeyim. Bir avuç fındık iki badem al sana Çannakkele zaferi gam teline mi bastım puşt? Hakimlik yapıyorum bir sokak müzisyeniyle, orman yangını ihtimali arasında. Felaketlerde bulunmadım ama felaketlere adımı yazdırdım.

Cüzdanımdaki vesikalığını zıvana yapalı yıllar oldu. Bilinçaltıma hakim olan resmi kendi çizdi kendi oynadı. Beğendiğin fotoğrafın hedefine seni koymadım ama kıymalı yumurta severim.

ÇAYCIDA

Ne kendimi savunasım kaldı, ne gördüklerimi yazasım. Sürüklenerek bir maceranın içinde silindim gittim. Neyi sevdiğimi bilmez bir haldeyim. Sanki üzgün gibiyim. Öte yandan üzülmeye değmez haldeyim. Yarım yamalak hikayelerin sonu gelmedi sanardım. Son denilen şeyin ne olduğunu bilmez haldeyim. İçimde öfkeli birisi var haksızlık yapan herkese ateş püsküren. Öte yandan hak ettiğimi düşünen biriyim ben. Günahlarımın nedenlerini açıklamaktan korkar oldum. Öte yandan sanki o günahlar benim değildi. En çok ben anlatmak istedim. Bir süre sonra fark ettim ki anlattıklarım zaten ezberlenmiş daha ağzımdan çıkmadan. Ne konuştuğumu bilmez haldeyim. Bir iyiliği bile kendime çok görür oldum. Kişilerden rastgele gelen insanların niyetini sormadan anlamak zorunda kaldım. Ben hep soran biriydim. Soruların cevabı yok galiba. Ne cevap almak istediğimi bilmez bir haldeyim.

Yolda olmak keyif verirdi, şimdi yol mecburiyete dönüştü. Kurallara karşı koymak asilikti, şimdi kurallar sanki daha asi. Kimsenin düşünmediği düşler kurardım, şimdi kimse tenezzül etmiyor. Hiçbir şeyim yok sanarken her şeyden vazgeçerdim, şimdi vazgeçmek kavgada bir yumruk atmak oldu. Gözlerimi istediğim gibi kullanamayan biriyim ben.

Çok şeye yüz ekşiten suratsız bir gençliği ellerimle yüzleri ekşiten bir yüze çevirdim. Bu nasıl hissettirmeli bilmiyorum. Başında kördüm de bunları görmüyor muydum? Yoksa kayış bir yerde koptu da ben de o hızla mı sürüklendim? Ya da göreceğim en asli konu göz bebeklerimin kör olmasını isteyeceğim bir felaket mi? Sorunun ne olduğunun önemi olmayan bir soru işaretiyim ben.

Kaçarak kurtulurum, ya da kurtulunca artık giderim. Mutluluğu bulurum ya da bulduğumla mutlu olurum. İnsanlığı anlarım ya da anladıklarıma insanlık derim. Pastel boyayı kirletmiş biriyim ben.

Rujun kapatmıyor yaşanmışlıkları,
Aynalar sevsin süslerini, ben yakamozundayım.
Gözyaşını satarım zaten boşver geç kalmışlıkları.
Topuklarını betonlar dinlesin, ben sicimindeyim.

Çünkü senlenmek demek derlenmek demek.
Senle toprak deniz, senle ben gerçeğiz.
Masala inan masalarda anlatılan.
Ve gel sevgilim ben daha da yanmadan.

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.