Show newer

Serginin devamında Filistin'den bahsediyor. Açıkçası benim umrumda olmayan bir konu bu. O yüzden ilgimi çekmedi. Panolar üzerine yapılmış bu çalışmalarda gözyaşı ve biraz da antisemitizm var.

Filistin meselesi söz konusu olunca, bu ülkede en solcusundan en dincisine herkesin Filistin'e destek veriyor. Halbuki ben İsrail'in çoğunlukla haklı olduğunu düşünüyorum. Herkesin gözden kaçırdığı husus, mevcut durumu Filistinlilerin istemiş olduğudur. Türk askerlerini kör etmek suretiyle bu topraklardan kovanlar onlardı.

Yakın dönemde ASALA ve PKK gibi ülkemizin baş belası terör örgütleri de Filistin'de eğitim gördü. Bu ülkenin bize tek bir katkısı yok. Dolayısıyla, sempatinin kaynağını anlayamıyorum.

Show thread

Bunlar da aynı sanatçının eserleri. İkincisinden bir dizi var. Üçüncü eser bana yedi farkı bulun bulmacalarını hatırlattı. Sonuncusu ise fotoğrafı çekerken elim kaydığı için bu şekilde çıkmış değil. Zaten adı Bir Gün Anlayacağız.

Show thread

Bienal bu yıl bekleneni veremedi. Buradaki çift ekrandan iki ayrı marş dinledik mesela. Hiçbir şey anlamadım fakat marşların biri Öğretmen Marşı'na benziyordu.

Show thread

Kesişen Dünyalar ise elçiler ve ressamların buluşmasını ele alıyor. Osmanlı-Batı ilişkilerini irdelemek için ideal.

Show thread

Mezun olduğum okulun da kurucusu olan Osman Hamdi Bey adına açılan sergi de güzeldi ama bir yerden sonra paşa ve bey resimleri bıktırıyor.

Bu da, ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunun 1906 versiyonu. Ertesi yıl yapılan versiyonuysa Erol Simavi tarafından satın alınmış. Şu an nerede sergilendiğini bilmiyorum.

Bu eseri ne zamandır çıplak gözle görmek istiyordum, kısmet bu bienaleymiş.

Show thread

Kahve Molası, kahveyi seven biri olan hoşuma gitti. Bu kısımda kahve fincanları, şekerlikler ve sürahiler görülebiliyordu.

Hareketli resimlerle süslenmiş sergideki "Bu fincanı İstanbul'a gönderiniz; orada her şeye bir kulp takarlar." ince zekanın ürünü olmalı.

Anladığım kadarıyla serginin sponsoru İsveçli boya markası Jotun.

Show thread

Sonunda o gün geldi çattı. Pera Müzesi'ni ziyaretimi fotoset ile aktarabilirim artık.

Ortalama bir AVM gibi telefonu ve çantayı yana bırakıp X-Ray cihazından geçerek girilebiliyor bu müzeye. Girişte bir resepsiyon beklemiyordum. Bu yüzden mütesettir hanımefendi beni "Hoş geldiniz" diyerek karşılayınca afalladım. Bir iki kere daha tekrarladı bu sözü. Bir anlık sessizlikte kadın bana baktı, ben de kadına. Sonra "Welcome" deme gereği gördü fakat ben "Merhaba" deyip bu herzeyi aşabildim. Diğer iki mekanın aksine girişte karekod soruldu. Önceden aldığım için gösterip ilk serginin olduğu salona girdim.

İlk iki katta Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından satın alınan eserlerden oluşan dört kalıcı sergi vardır. Ağırlık ve Ölçü Sanatı, müzeye gelen ziyaretçinin karşılacağı ilk sergidir. Burada eski uygarlıklardan günümüze ticarette kullanılan ölçüler sergilenmektedir. Burayı gezmem uzun sürdü çünkü bilgi doluydu. En beğendiğim kısım bu tartı oldu. Sırtımdaki çanta dahil 53 kilogram geliyordum. Başka bir deyişle 41 okka çekiyordum.

Tarihin en uzun soluklu çizgi filmlerden biri Sünger Bob Kareşort adlı yapımdır. Renkli, enerjik ve cana yakın kişiliğiyle bilinen Sünger Bob'un eğlenmek için Leif Erikson Günü adında bir gün uydurduğunu sanmıştım henüz küçük bir çocukken ikinci sezon 3b numaralı Bubble Buddy bölümünü ilk izlediğimde. Ancak az bilinse de böyle bir gün gerçekten de varmış. Her yıl takvimler 9 Ekim gününü gösterdiğinde Leif Erikson'un Amerika kıtasına ayak basan ilk Avrupalı olması kutlanır.

Bugünkü adı muhtemelen Newfounland olan Vinland'a varmıştır Grönland'ı keşfeden Kızıl Erik'in (Eiríkr rauði) oğlu Leif Erikson. Burayı adımlamadan önce günümüzde Labrador olarak bilinen Markland ve Baffin Adası üzerinde bulunan Helluland da karaya çıktığı yerlerdir. Amerika'ya Kristof Kolomb ve kıtaya adını veren Amerigo Vespucci'den beş yüz yıl kadar önce ulaşmıştır ulaşmasına ama buranın yeni bir kıta olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla bir keşif yapmamıştır.

Ben yine de Leif Erikson gününü kutlamış olayım. Hinga dinga durgen!

Leyla ile Mecnun, kitleleri absürt mizahla buluşturan 2010'lu yılların efsane dizisiydi. Şimdilerde Exxen platformunda devam ettirmeye çalışıyorlar ancak eski tadı vermiyor.

Dizi, bugün hakim olan anlamsız ve ofansif mizah türlerindense çeşitli sorunlara değiniyordu. Mesela, dokuzuncu bölümde Türkiye'de neden İngilizce öğrenilemediği üzerinde durmuş.

Komedi üslubuyla süslense de tespitler tam anlamıyla doğru. Atandıktan sonra çalışmak istemeyen memur kafasındaki öğretmen, yerine getirilen henüz yeterliliğini ispat edememiş ücretli öğretmen ve komik bir seviye tespit sınavı. Eğitim sistemi bugün 2011'dekinden daha berbat halde.

LinkedIn uygulamasına şöyle bir bakarken birinin profiline tıklamamla karşıma çıktı bu yazı. Artık gelenekselleşen LinkedIn paylaşımı yorumumu yapayım ben de. Çünkü bu blogda bir yandan bir işkolunun emek süreçleri içindeki sıkıntılarına değinirken diğer yandan bireysel deneyimler üzerinde duruyorum.

Altı aydır iş bulamadığını söylemiş ki belli bir alanda çalışmakta kararlı biri için bu süre daha da uzayabilir. Görüşmeye çağrıldığı yerlerden gördüğü tavır, patronların şımarıklığını ortaya koyuyor. Aslında çoğu iş ilanını kimin alacağı bellidir. İş görüşmesi sadece bir formalitedir. Adaylara bunu çaktırmamaya çalışırlar ama işsiz olup sürekli mülakata katılan gurular anlar bu durumu.

Tıbbi laboratuvar teknikeri olan hanımefendi, anladığım kadarıyla koyduğu kırmızı çizgileri zamanla kaldırmış. Önce sağlık alanında iş yapmak için çırpınmış, sonra ne iş olursa olsun yapabileceğini söylemiş.

Satır aralarında can alıcı bir detay var. Son işinden istifa ettirilmiş. Yoğun mobbing, ona işsizlikten bile daha kötü görünmüş. Amma velakin Türkiye'de mobbing olmadan çalışmanın pek imkanı yok.

Asgari ücretin standart ücret haline geldiği ve diplomanın değersizleştiği konusunda haklı ama her şey para değildir. Çalışma şartları da çok önemlidir. Yüz bin lira da verseler çoğu insan madende çalışmak istemez. Maalesef ülkemizde çoğu iş, madende çalışmaya yakın bir deneyim sunuyor.

Yazının sonundaki feryat, nispeten karşılık bulmuş. 37 yorum, 12 yeniden paylaşım ve çoğunluğu beğeni ile birazı da destek olmak üzere 180 tepki vardı. Gönderinin üzerinden bir ay kadar süre geçmiş. Hanımefendi henüz o janjanlı işe başlama paylaşımlarından yapmış değil. Dolayısıyla, LinkedIn'in iş bulmak konusunda mükemmel bir platform olmadığını söyleyebiliriz.

Donbas, Gazze veya Yemen değil burası. Başta Alibeyköy'ü andırsa da, Karadeniz'in incisi Trabzon'dan bir görüntü bu. Plansızlık, başlamadan kağıt üzerinde bitirildiği için yalnızca ayağı olan köprüler ve çarpık bile denemeyecek bir kenteşmeye neden olmuş. Sadece Trabzon değil, Türkiye'nin birçok ili savaşmadan bu hale gelmiş. Listenin tepesinde de İstanbul var.

Dünyanın en iyi kolonyası demek abartı olur ama hâlâ 7.25 olması çok özel.

Alfred North Whitehead, bütün bir Avrupa felsefe geleneğinin Platon'a düşülmüş dipnotlar olduğunu söylüyor. Bu meşhur söz iki yönden sorunlu görünüyor. Birincisi, Avrupa dışında felsefenin yeşerdiği bir coğrafya yoktur. Çin ve Hint felsefeleri, çoğunlukla teozofidir. Felsefe olmaları yakıştırmadan ibarettir. İkincisi, Aristoteles özellikle Hıristiyan felsefesinde rol model alınan başat figürdür. Ortaçağ boyunca felsefe, Kilise ve bu kilisenin Aristoteles yorumu üzerine kuruluyordu.

Aristoteles felsefeyi teorik, pratik ve poetik olmak üzere üçe ayırmıştır. Teorik felsefe; matematik, fizik ve ilk felsefedir (prote philosphia). Sonuncusu bugün metafizik adıyla anılır oldu. Poetik, yapmak veya yaratmak anlamındaki poein fiilinden türetilmiştir. Yunanca tekhne, Arapça sanat olan uğraşlar bu felsefe dalının içindedir. Bu ifadeden günümüzdeki sanat dalları anlaşılmamalıdır. Daha çok marangozluk veya hekimlik gibi zanaat faaliyetlerini kapsar bu alan.

Gel gelelim pratik felsefe; politika, etik ve ev idaresinden (oikonomikos veya Arapça tedbir-i menzil) oluşur. Politika, şehir devletleri anlamındaki polis sözcüğünden neşet etmiştir. Polites, yurttaş demektir ki İngilizce neden citizen dendiğini açıklayacaktır. Etik ise ethos yani huy sözcüğünden gelmektedir. Kullandığımız Arapça kökenli ahlak kelimesinin kökeninin de huy anlamına gelen hulk olduğunu belirtelim.

Oikonomikos, ekonomi sözcüğünün kökenidir. Oike, ev; nomos ise kural anlamındadır. Namus da buradan gelmektedir. Aristoteles, tedbir-i menzili yapacak kişinin kadın olduğunu ifade ediyor. O yüzden bu sokak röportajı ne kadar ilkel gelse de, felsefi bir temeli var.

The Office dizisinin dördüncü sezon dördüncü bölümü olan Money, o sezondaki ilk üç bölüm gibi bir saat uzunluğundadır. Bu bölümde Dunder-Mifflin şirketinin Scranton şubesinin müdürü Michael Scott, para yönünden sıkıntılar yaşamaktadır. Ek iş olarak call center diye de anılan çağrı merkezinin yolunu tutar. Burada yarı-zamanlı veya günümüzdeki havalı adıyla part-time çalışmaya başlar. Dizi, mockumentary (Türkçesi kurgu belgesel) türünün güzel ve güzide örneklerinden biri olduğu için oyuncular kameraya kısa konuşmalar yapmaktadır. Yine bu anlardan birinde çağrı merkezinin şefinin "Burada yasal bir iş yapıyoruz. Asgari ücret uyguluyoruz, komisyon da var." demesi tüm çağrı merkezi sektörünün özeti gibi adeta.

Ben de kah okuyarak kah izleyerek sektör çalışanlarının sıkıntılarına tanık oldum. Bu yazımda bunlara değinmek istiyorum.

☎️ Öncelikle üç çeşit çağrı merkezinden bahsedebiliriz. İlki kurumsal olan. Çoğunluğun üniversite mezunu olduğu, bir nevi ofis işidir bu. Burada inbound çağrılar alınır yani orayı arayana yardımcı olur çalışanlar. Ancak Türkiye'de kurumsallığın sadece makyaj olduğunu bilmelisiniz.

İkincisi vahşi kapitalizmin nimetlerinden yararlanan esnek çağrı merkezleridir. Burada çoğunlukla outbound arama yapılır yani çağrı merkezi tarafından verilen dataya göre (Türkiye'de veriler satılıyor maalesef) aranır birtakım insanlar. Satış ve prim odaklıdır. Buna telemarketing de denir.

Son tür ise merdiven altı çağrı merkezleridir ki bunlar dolandırıcıdır. Bunun üzerine fazla yazamayacağım. Zaten anlaşılması gerekenler anlaşılıyordur. Burada bahsedeceğim ilk iki maddedeki çağrı merkezleridir.

☎️ Bu işi yapanlar işsizlikten iyi olduğunu düşünerek başlıyorlar ancak devamlılığı olmayan bir iş. Uzun süreli değil ama iş bulamayan üniversite mezunlarının büyük kısmının bir ara yaptığı bir iş oluyor. Yetersiz de olsa bir eğitimden geçtikten sonra sekiz saatlik mesainizi ortalama 150 kişiyle konuşarak harcayabilirsiniz. Tüm bunlara dayanarak bu işin prekaryanın görünümlerinden yalnızca biri olduğunu söyleyebiliriz.

☎️ Çalışanlar gereksiz insanlarla muhatap olmak zorunda kalıyor. Türklerde kendine hizmet eden çalışanı köle sanma dürtüsü var. Garson, resepsiyonist veya kurye bu üstenci tavrın kurbanı oluyor. Çağrı merkezi elemanları, yönetimden gelen baskıyla kendilerine küfür edilse bile sakin kalmak zorunda. Bu çıkmazın bir nedeni de çağrı merkezinin sorunları çözmede yetkisiz olması.

☎️ Belirtmeme gerek yok ama ben yine de söyleyeyim. Çoğunlukla asgari ücret artı prim sistemiyle çalışılıyor. Vardiyalı bir çalışma düzeni var. Çalışan evinde dinlenme hayalleri kurarken ek mesaiye çağrılmasıyla plansız mesailer de olası.

☎️ Gürültülü bir ortamda kafayı yememeye gayret etme ve yalan söylemeye alışma bu işin olumsuz yönlerinden ikisi sadece. Birtakım mesleki deformasyonlar da ortaya çıkıyor. Tüm yaşamınız Callmaster denen cihaza bağlı. Kaç görüşme yaptığınız, ne kadar konuştuğunuz ve ne sürede mola yaptığınız kaydediliyor. Bu da akla Charlie Chaplin ve Modern Zamanlar filmini getiriyor.

Michael Scott renkli bir karakter olduğu için diğer çalışanların ilgisini çeker ve muhabbetiyle onları işten alıkoyar. Bu da patronun gözüne batmasına neden olur. Bunun yanı sıra, kendisi hem Dunder-Mifflin'de hem de çağrı merkezinde çalışamaz. Bunu engelleyen kurallar vardır. Bu yüzden telemarketing işini bırakmak zorunda kalır. Bu fotoğraf da bir çağrı merkezi çalışanının nasıl göründüğü konusunda fikir verebilir.

Onur Şener, 2 Ekim 2022 akşamı Ankara'da sırtını suyun başını tutanlara yaslayanlar tarafından yaşamdan koparıldı. İki çocuğu vardı.

Canilerin elini kana bulamalarına sebep olarak şarkı isteklerinin geri çevrilmesi gösteriliyor. Haluk Levent, katillerden ikisinin Çalışma Bakanlığı'nda müfettiş ve bürokrat olduğunu, birininse Türk Havacılık ve Uzay Sanayii'nde (TUSAŞ veya TAI) çalıştığını iddia ediyor. Dahası, bu üç insan müsveddesinin mekan çıkışı Şener'e pusu kurup saldırdıkları söyleniyor.

Pandemi döneminde canlı müzik yasağı nedeniyle intihar eden çok müzisyen oldu. Müzisyenlerin sıkıntıları dile getirilmiyor. Biri çıkıp konuşsa medyada yer almıyor. Şans eseri sosyal medyada gündem olabilirse sarakaya alınmayla karşılık buluyor.

Ana haber bültenlerine göz ucuyla baktığımda, sürekli bir cinnet halinin olduğuna tanıklık ediyorum. Yan bakma, trafikte yol verme veya bahane olma lüzumunu göremeyecek daha sudan sebeplerle çıkan ve sonu ölümle biten kavgalar meydana geliyor. Bunda ekonomiyi başat etken olarak görenler olacaktır fakat tüm bu olup bitenin tek nedeni ekonomi olarak açıklanamaz. Can güvenliğimizin olmamasının nedeni devletin yalnızca birkaç oligark ve partiliye hizmet etmesidir. Seçim dönemi dışında halk muteber bir nesne değildir.

Uzun lafın kısası Onur Şener, kalleşçe öldürüldü. Unutmayın, unutturmayın!

Kararmış muz görüntüleri ile geçen günlerde karşılaşmıştım. Aslında bu muzlar markete çoğunlukla yeşil olarak geliyor. Muz klimakterik bir meyve olduğu için dalından koparıldıktan sonra da olgunlaşmaya devem eder. Yeşil yani ham muz, probiyotik kaynağıdır. Muzun en iyi hali, yeşilden sarıya yeni geçtiği düşük şekerli ve yüksek lifli halidir. Görseldeki gibi karardıkça mineral ve vitamin bakımından fakirleşir. Bununla da kalmaz, giderek şekerlenir.

Sözün özü, muzlar satılmadığı için rafta uzun süre bekliyor ve çürüyor. Benzer durumları farklı ürünlerde de görüyoruz. Düşünen insanlara bir şeyler anlatıyor bu durum ama bazıları hâlâ anlamamakta ısrar ediyor.

Tayyip Erdoğan, bu video kesitinde dura dura konuşuyor. Prompter okumakta zorlanmasından olsa gerek.

Her şey bir yana, alternatif tarih yazımı çok tehlikeli bir hal almaya başladı.Milli Mücadele ve Cumhuriyet'in ilk yıllarına dair söyledikleri yalanlarla başladılar buna. Biz bunları boş verelim. Yine bir mythbuster olalım ve bu iddiayı inceleyelim.

Abdülhamit, 1876'dan 1909'a kadar Osmanlı Padişahı ve İslam Halifesi olarak hüküm sürmüştür. 93 Harbi, Rumi takvime göre 1293 yılına denk düşen 1877 ila 1878 yılları arasında yapılmıştır. Savaştan yenik ayrılan Osmanlı, Ayastefanos Antlaşması'nın ağır şartlarını kabul etmek zorunda kalmıştır. Buna göre Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlıklarını tanımış, Teselya'yı Yunanistan'a bırakmış ve Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubayazıt ve Eleşkirt'i savaş tazminatı olarak Rusya'ya vermiştir.

Balkanlar'da Rusya'nın güçlenmesini istemeyen Avrupa ülkeleri, Berlin Antlaşması ile durumu kurtarmaya çalışmışlardır. Osmanlı için Kıbrıs'ın Britanya'ya kiralanması, Niş Sancağı'nın Sırbistan'a bırakılması ve Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan hakimiyetine girmesi olumsuz olsa da, bölgede bir süre daha kalmasını sağlayacaktır bu antlaşma. Aynı zamanda Girit, Doğubayazıt ve Eleşkirt yeniden Osmanlı toprağı olmuştur.

Fransa 1881'de Tunus'u, Britanya 1882'de Mısır ve Sudan'ı, İtalya 1885'te Habeşistan'ı işgal etmiştir. Aynı yıl Bulgaristan, bağımsızlığını ilan etmiştir.

Yani kısacası II. Abdülhamit'in tarz-ı siyasetinden midir bilinmez ama onun döneminde Sırbistan, Karadağ, Romanya, Teselya, Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Kıbrıs, Niş, Bosna-Hersek, Tunus, Mısır, Sudan, Habeşistan ve Bulgaristan'da Osmanlı idaresi son bulmuştur.

Sultanahmet Meydanı, Hipodrom veya Atmeydanı olarak da bilinir. Hipodrom günümüze ulaşmasa da, meydanda peşi sıra dizilmiş Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş, Roma mirasının izlerini taşıyor. Benim için bu meydanı gezmek hacca gitmek gibi bir şey. Bir Romalı olarak oranın manevi ikliminin çok farklı olduğunu söyleyebilirim.

Panem et circenses yani ekmek ve oyunlar demiş eskiler. Günümüzde futbolun kitlelerin afyonu olduğu gibi, o gün de at arabası yarışları revaçtaydı. Maviler ve Yeşiller olmak üzere iki büyük takım vardı. Kırmızılar ve Beyazlar ise küçük takımlardı. Bu rekabetin politik bir arkaplanı da bulunuyordu. Maviler, soylular ve Ortodokslar; Yeşiller ise esnaf ve halk tarafından destekleniyordu. İmparatorların çoğunlukla Maviler taraftarı olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım.

532 yılında patlak veren Nika İsyanı da bir at arabası yarışı sonrasında başlamıştı. İmparator Justinianus, isyanı kanlı bir şekilde bastıracaktı. Olay aklıma düştükçe öldürülen binlerce kişinin acısını hissederim. Belki de isyan sonucu tahrip olan İkinci Ayasofya yerine hâlâ ayakta duran ihtişamlı Ayasofya yapıldığı için sevmem bu yapıyı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, meydandaki hipodromu canlandırmak istiyormuş. Muhtemelen onu çağrıştıran, aslına uygun bir yapı inşa edilecek. İBB, daha önce meydandaki anıtların bakım ve onarımını gerçekleştirmişti.

Birçok kişi karşı çıkmış ama ben kararı duyunca heyecanlandım. Bir kere, Roma'nın mirasçısı İtalya veya Yunanistan değil, biz olmalıyız. Üzerinde asırlar boyunca farklı toplulukların yaşadığı bir coğrafyada olup tarih düşmanı kesilmek akıl alır gibi değil.

Video, Erkem İmamoğlu'nun YouTube'da paylaştığı Hipodrom: İstanbul'un Mirası videosunun giriş bölümünden.

Sandık çıkış anketleri ve sayılan oylar Giorgia Meloni liderliğindeki sağ ittifakın İtalya'da ipi göğüslediğini haber veriyor. 5 Yıldız Hareketi, sol ittifaka dahil olursa seçim kafa kafaya geliyor. Şimdilik Meloni'yi başbakan ilan etmek için erken.

Kendisi hakkında çok yazıp çizildi. Son olarak Macron'a yaptığı eleştiri sosyal medyada yayıldı ve olaylara yüzeysel bakanlar tarafından takdir topladı. Zaten Matteo Salvini ile arasındaki fark bu. Salvini, sert söylemlerde bulunup toplumsal kamplaşma üzerinden oy devşirirken Meloni, daha ılımlı bir imaj çiziyor. Mussolini hayranı, LGBT karşıtı, kendisi evlenmeden çocuk yapmasına rağmen aileyi kutsayan bir lider profili var karşımızda.

Başbakan olması durumunda ülkede bir şeyleri değiştirmeye çalışacağına şüphe yok. Bu konuda fazla ileri gidebilir hatta. Sanmıyorum ama Mussolini'nin izinden gitmeye teşebbüs ederse kendisi için iyi olmaz. Neler olabileceğini hatırlatmak için bu fotoğraf ters duruyor.

Türkiye A Milli futbol takımının Faroe Adaları'na yenilmesi 8-0'lık İngiltere hezimetinden bile daha ağırdır. Önceki maçta da Lüksemburg karmasından üç gol yemiş ve diş geçirememişlerdi. Bizim yerimizin B Ligi olmadığını net bir biçimde ortaya koyan sonuçlar bunlar.

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.