31 Aralık 2021'deki aylık 3.90 liraya yıllık abonelik kampanyasından yararlanarak GAİN üyeliği almıştım. 2 Ocak günü izlediğim 500T belgeselini eski blogumda (koyu.space) yorumlamıştım. Onun dışında, bu zamana kadar Ankapark belgeseli ve pek iyi denemeyecek üç kısa film izlemiştim. Yılın sonuna gelinirken yeni bir şeyler izlemek istiyordum. Son yaptığı zammın ardından Netflix aboneliğimi sonlandırmıştım. Neyse ki, böyle bir hesabımın olduğu düştü hatrıma.
Bir Şifa Bağımlısının İtirafları, zamanında listeme aldığım bir yapımdı. Altı bölümlük belgeselde kızı Ada'nın kesin bir tedavisi olmayan alopesi (saçkıran) hastalığına yakalanmasıyla düştüğü çaresizlikten kurtulmaya çalışan bir annenin hikayesi anlatılıyor. Kendi yaşadıklarını öncesinde yazıya döken Ela Başak Atakan, bu çaresizlik yüzünden alternatif tıbba yöneliyor.
Her bölümde uzman unvanına sahip, adına şifacı da denen birtakım şarlatanlar alanları hakkında konuşuyor. Yoga, akupunktur, nefes terapisi, refleksoloji, ozon tedavisi, access bars, kozmoenerji, titreşim tıbbı ve manuel terapi gibi saçma sapan alternatif tıp uygulamaları var. Aslında alternatif tıp ifadesi de sorunlu çünkü büyük ölçüde işe yarar bir bilim varken hangi derde derman olduğu bilinmeyen pratikler türetiliyor. Tıp, sorgulanabilir ve denetlenebilir bir bilim dalıyken alternatif olarak adlandırılan bu alanda uygulamaların uzun vadeli etkileri tartışılamıyor, malpraktis davaları görülemiyor veya olumsuz dönüt alabileceğimiz bir kontrol grubu yok. Tabii, tıp bilimi de mükemmel değil. Mesela son koronavirüs salgınında hastalara Favipiravir veriliyordu ancak bu ilaç influenzaya karşı etkiliydi. Zaten sonunda bu inattan vazgeçtiler ve tedavide Favipiravir kullanmamaya başladılar. Yine de, tıp bir bilim olduğundan kendini güncelleyebiliyor.
Burada dikkatimi çeken konu, şarlatanların hepsinin belli bir gelir seviyesinin üzerine çıkması oldu. Çoğunun motivasyonunun para olduğunu düşünüyorum. Anlattıkları şeylere belki onlar da inanmıyordur. Madalyonun öteki yüzüne baktığımızda doktorluğun gerçekten zor bir meslek olduğunu görüyoruz. Bir doktor alanında ün yaparsa çok para kazanabilir fakat bu kadar kolay zengin olmak bir doktorun yapabileceği bir iş değil.
Kadının kızında iki otoimmün hastalık daha çıkması üzücü ama en sonunda durumu kabullenmişler. Pazar günümü güzelleştiren bu belgeselin çekilmesine vesile olduğu için kendisine şükranlarımı sunuyorum. Yönetmen Caner Özyurtlu da özel bir teşekkürü hak ediyor. Kitabı da okumak istiyorum fakat biraz pahalı geldi bana. Belki de kağıt euro ile alındığı içindir.
Saraçhane ana baba günü. Her yerde polis var. Çalıştğım otel bu civarda olduğu için bir kısmına tanık oldum ama kendim katılmadım çünkü eve gidip bir an önce uyumak istiyordum. Fakat bu kararın uykumu kaçıracağı çok açık.
Ekrem İmamoğlu'na iki yıl, yedi ay, on beş gün hapis cezası verildi. İstinaf sürecinin ardından cezası kesinleşecek. Bunun ardından ne olacağını zaman gösterecek. Bana göre bu karar Türk yargı tarihinde yeni bir lekedir.
İktidar müstevlileri makamlarını terk etme mecburiyetinde kaldıktan sonra onlar için işler hiç iyi olmayacak. Umarım Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bu dönemde emeği geçen herkesin yargılandığını görürüz. Ya burada ya Lahey'de.
İyileşince IKEA'ya gitmek istiyordum. Bugün dün ve ondan önceki güne göre iyiydim. Sabah biraz boğucu olsa da yoğun çalıştık. İşlerimizi büyük ölçüde tamamladık; ertesi güne bırakmadık.
IKEA, benim için hep pahalı olmuştu çünkü param yoktu. Burayı -çoğu Türk gibi- sadece yemek için kullanıyordum. Şimdi param var ama IKEA yine de pahalıydı. Ben de bir daha yapamayacağım bir alışveriş yaptım.
Aldığım şeyler çok lüzumlu sayılmayabilir. Ayna, filtre kahve demliği, yemek çubuğu, kokulu mum, ne zamandır istediğim saat (termometre, alarm ve kronometre de oluyor), kum saati ve çöp kovası.
Ne zamandır Türkiye'deki mizahın durumu üzerinde yazmak istiyordum. Notlarımı çıkardım, şimdi dijitale almak için hazırım.
Putin'in Savaşı, Rusya'nın saldırganlığı ve geri çekilmesiyle devam ederken bir kesim Zelenski'yi mesleği üzerinden vurmayı sürdürüyor. Bu nedenle, bu yazıma Zelenski'nin kariyeri ile başlayacağım.
Volodimir Zelenski, anadili Rusça olan bir ailede büyüdü. 16 yaşındayken yabancı dil testini geçti ve İsrail'de okumak için kabul adı fakat gitmedi. Şimdi Krıvıy Rih Üniversitesi'nin bir parçası olan Kıyiv Ulusal Ekonomi Üniversitesi'inde hukuk eğitimini tamamladı ancak bu alanda hiç çalışmadı. Eğlence sektörüne 17 yaşındayken KNV ile girdi. KVN, 8 Kasım 1961'de başlamış bir komedi programıdır ve bugün hâlâ Rusya'da yayınlanmaktadır.
1997'de Kvartal 95 adındaki ekibini topladı ve başına geçti. 2003'e kadar bu ekip KVN'nin Krıvıy Rih'deki ayağı olarak geçiyordu. Bu ekibin en can alıcı eseri Sluha Narodu yani Halkın Hizmetkarı adlı üç sezonluk dizidir. Bu dizide Zelenski, tesadüfen Ukrayna cumhurbaşkanı olmuş bir tarih öğretmenini oynuyordu. Ukrayna'daki yolsuzluk, politik belirsizlik, halkın bölünmüşlüğü ve yöneticilerin halktan kopuk olması dizi boyunca eleştiriliyordu. Türkiye'de bunun benzerini yapmak mümkün mü?
Olacak O Kadar, son kez 19 Haziran 2010 tarihinde FOX ekranlarında yayınlandı. O günden sonra politik mizah televizyonlarımızda görünmez oldu. RTÜK vasıtasıyla devlet, kitle iletişim organları üzerinde tek söz sahibi haline geldi. Devletin onaylamadığı bir şey radyo ve televizyonlarda yayınlanamadı. Mesela Huysuz Virjin, genel izleyiciye son kez 2012'de görünmüştür. Daha sonrasında ekranlarda Seyfi Dursunoğlu olarak yer almak zorunda kalmıştır.
Politik mizahın yerini kof bir aile komedisi almıştır. Hayatın gerçeklerinden uzak, hiçbir şeye değmeyen ve düşündürmemesine rağmen güldüren bir mizah türüydü bu. Güldür Güldür ve Çok Güzel Hareketler 2, son dönemde muhalif bir tavra yönelse de bu ikisi dışında televizyonlarda komedi ögesi bulmak imkansız yakın hale geldi. Ülkede sanki gülmek yasaklanmış gibi bir durum var.
Karikatür sanatında hep ileride olduğumuzu düşünmüşümdür. Kağıt euro ile satıldığından karikatür dergileri bir bir kapandı ve var olanlar da kalitesizleşti. Günümüzde bu sanatın üstadı sayılabilecek kişi Umut Sarıkaya'dır.
Sosyal medya, mizahın çeşitli biçimlerini gördüğümüz başat mecra oluverdi. Bunu yazılı ve görsel olarak iki kısma ayırabiliriz. Yazılıdan kastım bir metin veya meme (mim) adı verilen hareketsiz bir çizgi olabilir. Görsel olarak ise yalnızca video anlaşılmalıdır.
Bu bağlamda Twitter mizahı genellikle yazılıdır. Kendisini Twitter algoritmasının var ettiğini söylersek yanlış bir tespit yapmış olmayız. Biri orijinal bir içerik hazırlar, diğer hesaplar onu taklit eder. Belli bir kalıpta üretilen bu türdeki komedi, güldürmekten uzak ve kasıntıdır.
Görsel olarak şimdi eskide kalmış bir türden söz edeyim. Buna Vine mizahı adını veriyorum. Genellikle küfür ve şiddet ögeleriyle izleyicinin ilkel yanına hitap eder. Cumali Ceber yani Halil Söyletmez ve Atakan Özyurt, Bilal Hancı ve Fatih Yasin'den oluşan Kafalar ekibini başımıza bela etmiştir. Bu türün diğerlerinden ayrılan seçkin bir örneği Cem Gelinoğlu'dur.
Türkiye'de mizahın kaynağı YouTube platformu olmuştur. Burada en beğendiğim beş hesabı sıralayacak olursam;
▶️ Deep Turkish Web: Erdi Kızgır ve Emre Kızgır'dan oluşan iki kişilik bir ekibin amatörce hazırlanmış parodileri yer almaktadır bu kanalda. İktidara karşı doğrudan bir eleştiri bulmak zor ama toplumun aksayan yönlerini halkın içinden tipler aracılığıyla eleştiriyorlar. Gözaltına alındıktan sonra videolarındaki kalite düşüşe geçmiş olsa da güldürmeye devam ediyor.
▶️ Kamusal Mizah: Özgür Turhan ve Deniz Bağdaş ikilisinin hoş bir mizah anlayışı var. Bunlara kimi zaman Mahmut Dalyan da ekleniyor. Eğlence sektöründeki sıkıntıların yanı sıra, günlük yaşamda karşılaştığımız kronik sorunlara da eleştiri getiriyorlar.
▶️ KURCALA: Nevzat Ünsal ve Kaan Biber, ince zekanın ürünü bir mizah yapıyor. Yer yer muhalif olan bu tür, izleyiciye kahkaha attırmasa da güldürmesini biliyor. Bazı esprileri anlamak için anlatılan konuda genel kültür sahibi olmak lazım.
▶️ Batesmotelpro: YouTube'daki İkinci Türk hesabı (ilki Efe Aydal). Volkan Öge, Ömür Cedimağar ve Tansu Tunçel, reklam projelerine ağırlık verdi ama eski kalitelerinden ödün vermeyen videolarını arada sırada paylaşıyorlar.
▶️ Röportaj Adam: En beğendiğimi en sona sakladım. Bu kanal, son zamanlarda politik mizahın taşıyıcısı haline geldi. Mahsun Karaca, hayranı olduğu Levent Kırca'nın yolundan gidiyor. Şahin Sarsu ve Mehmet Kahraman'ın katkılarını da es geçmemek lazım.
Zeynep Bastık, sosyal medyada en çok tartışılan kişilerden biri. Seveni kadar nefret edeni var. Kendisinin zeynepb.net sitesindeki biyografisine baktığımızda 8 Temmuz 1993'te Çanakkale'de doğduğunu görüyoruz. Üç yaşındayken ailesi İzmir'e taşınıyor.
Dedesinin bağlama üstadı, annesinin Türk Halk Müziği sanatçısı ve teyzesinin konservatuvarda öğretim görevlisi olduğunu belirtiyor. 16-17 yaşlarında Jackpot adlı müzik grubuyla R&B, pop ve rock tarzında müzik icra etmiş. Murat Dalkılıç'ın geri vokali olarak İstanbul'da adını duyurmuş. Anadolu Ateşi'nde dansçı olarak yer almış.
Kendi solo kariyerine Fırça ve Şahaneyim teklileri ile başlamış. Daha sonra yorumladığı(cover) şarkıları YouTube hesabından paylaşmış. Kanal bir yıl içinde bir buçuk milyon aboneyi aşmış. İzlemeler ise 800 milyonun üzerindeymiş.
Açıkhava turnesine özellikle değindiğini gördüm. İddia ettiği üzere, Türkiye'deki en büyük arenalarında sahne almış. 21 Mayıs 2021'de ilk stüdyo albümü Zeynodisco yayınlanmış. Yedi şarkının bulunduğu albüm vasat denebilir. Yalnız, Marlon Brando şarkısı fena değil.
Bu yazımda Zeynep Bastık üzerine tartışmaları irdelemeyeceğim. Onun son dönemde her yerde çalan Ara parçasını analiz edeceğim. Bir nebze yapısöküm yapacağım.
Şarkının sözlerinin çıktısını aldım. Zaten YouTube videosunun açıklama kısmında yazılmıştı. Her bir ifadeyi derinlikli bir şekilde açıklamadan önce şarkının uyarlama olduğunu ve Türkçe sözlerini Emrah Karakuyu'nun yazdığını belirtmeliyim.
Şarkı, yavaş yavaş ikilemesiyle başlıyor. Bu, aynı zamanda yakar fiilinin önündeki zarf. İkinci dizede aşkın bırakmadığını söylüyor. Giriş kısmının son dizesinde ise şairin muhatabı olmadan (sensiz) uzaklara dalıp kendinden geçtiğine tanıklık ediyoruz. Bu noktada, uzak sözcüğünün ırak, yakın olmayan yer anlamında isim olarak kullanılması çok önemlidir. Tümce zaten devrik ama bir zarf-fiilin (ulaç) kullanılmış olması onu başka bir yere koyuyor.
İkinci kıtada birtakım sorular var. Şairimizin kafasının karışık olduğunu ve bir sorgulama evresinden geçtiğini anlıyoruz. Dizelerde bir olumlu bir olumsuz giderken üçüncü ve beşinci dizeye var ve yok ile başlıyor. Zıt anlamlı sözcükleri de kullanıyor. Dördüncü dizede bir edilgen çatı var. Bu kıtada aşk, gitmek, dönmemek, yok, mutlu, son, vurulmak, özlemek, ölmemek, var, başka ve yol köklerini görüyoruz.
Üçüncü kıtanın ilk mısrasında söz sanatları arasından tezat kullanılıyor. İkinci ve üçüncü dizede net bir şekilde yanlış ikilem söz konusu. Sonucu aynı olan iki olasılık verilmiş. Şair, her türlü ihtimale karşı muhatabıyla beraber olmak istiyor.
Şarkıya adını veren ara sözcüğü, bir fiilin emir kipi olarak anlaşılıyor. Aramak mastarının dört ayrı anlamını çıkardım;
1. Birini veya bir şeyi bulmaya çalışmak
2. Araştırmak, yoklamak
3. Telefon etmek
4. Bir şeye özlem duymak
Fakat burada kastedilen iki şeyi birbirinden ayıran boşluktur. Şair burada o boşlukla kendini özdeşleştirdiği, onunla yekvücut hale geldiği için adını sayıklıyor. Kalbinin yara dolduğu yönünde de bir serzenişi var. Aslına bakarsanız, ara ile arafın (Purgatorio) anlatılmak istendiğini kavramak güç değil. Dante'nin İlahi Komedi (Divina Commedia) eserine yapılan göndermeleri satır aralarında okuyacağız.
Başa sarmak ifadesinden de Sisifos Söyleni çağrışıyor. En dipte olduğunu söylemesi, esasında Dante'ye bir meydan okumadır. Dante, eserinde araftakilerin cehenneme (İnferno) gidemeyeceğini söylüyordu ancak Zeynep Bastık, kendini orada kurguluyor. Ayrıca Dante, cehennemin buzdan oluştuğunu yazarken Bastık, İbrahimi dinlerdeki ateşli cehennem tasviriyle Dante'ninkinin ortasını bulmuş.
Beşinci kıtada yine soru sorarak başlıyor. Acıların azalıp azalmayacağı şairin merakını celbediyor. Anılara sarılma metaforu da Friedrich Nietzsche'nin Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine adlı eserine göndermede bulunuyor. Nietzsche, bu yapıtında tarih felsefesinin güzide örneklerinden birini veriyor.
Ayrılığın yükünün üzerinden geçip yorduğunu bildiriyor. Yük sözcüğü, Beyaz Adamın Yükü (White Man's Burden) kavramını çağrıştırıyor. Bastık'ın sömürgecilik eleştirisi bu dizede kendini ele veriyor.
Üçüncü dizede niye başa sardığını sormuş. Daha önce Sisifos'u anımsatmıştı fakat bu dizedeki soru üst dizelerle de alakasız olduğu için ince zekanın ürünü, derinlikli bir söz sanatı mevcut. Manilerde ilk iki dizeye doldurma mısra denir. Bastık, bu geleneği ters düz ederek Hegel ve Karl Marx arasındaki diyalektik tartışmasını da üstü kapalı bir biçimde eleştiriyor.
Bu kıtadaki son dizede gecelerin yetmediğinden şikayet ederken lafı çevirip güneşin kendilerine doğmadığından yakınıyor. Bu söz sanatına cayma, geri dönme veya vazgeçme anlamlarına gelen rücu deniyor. Aslında Güneş, herkes için doğar fakat burada kastedilen bir yıldız olan Güneş değildir. Ne olduğu üzerine biraz daha kafa yormak gerekiyor.
Son iki mısranın ilkinde anlaşılma isteğiyle söze giriyor. Çile yüzünden bedeninden geçmesi, Mevlevilerin çile çıkarma sürecini anımastır. Yine muhatabını beklediğini ifade ettiğinde ise Samuel Beckett eseri Godot'yu Beklerken akla gelir.
Nakarattan önceki son dizede ise kalbin tükenmekten, kırılıp dökülmekten gitmeye fırsat bulamadığını belirtiyor. Bizi kuşatan sınırlılıklarımızın farkında olmanın özgür olmaya yetmeyeceğini ima ediyor. Eleştirilerin hedefinde sadece Spinoza yok. Emek süreçlerine de ucundan değiniyor bu dizede. Kalp ile işçiler anlatılmak istenmiş tabii.
Satır aralarına odaklandığımızda ne kadar derin bir metin olduğuna hep beraber tanık olduk. Melodisi de gayet hoş.
İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen Tamamen Doluyuz (Fully Comitted) adlı oyunu Fatih Belediyesi Kültür Sanat Merkezi'nde izledim. Bu, 2022 yılında Devlet Tiyatroları'nda izlediğim üçüncü, toplamda ise on birinci oyun.
Oyunun ana ve bize görünen tek karakteri rezervasyon görevlisi Sam. Soyadından Polonya kökenli olduğu anlaşılıyor. Asıl mesleği oyunculuk. Burada emek süreçlerinin bir yansımasını izliyoruz. Mesela birlikte çalışılan kişinin kaytarması, iş arkadaşlarından yenen kazık veya görev tanımının dışına çıkmak zorunda kalma durumları işlenmiş. Cins müşteriler yüzünden sinir sahibi olma da cabası. Unutulmaması gereken bir olay da Sam'in restoranda çalışmasına rağmen yemeği kaçırması. Burada net bir biçimde emeğe yabancılaşma var.
Kendim de bu işi yaptığım için escapism tuzağına düşmek istemedim ama karakterle kendimi özdeşleştirdim. Oyuncu, tip olarak da bana benzediği için bundan kaçmam zor oldu. Hatta tesadüfün iğne deliği denebilecek bir ayrıntıdır ki giydiği kazaktan bende de var. Zamanında DeFacto sitesinden almıştım. Tabii, ben otelde çalıştığım için şartlar biraz daha farklı. Oyunda gördüğüm bir ayrıntı da teknolojiden uzak olması. Hâlâ kağıda yazarak rezervasyon alınıyor ve faks çekilmesi gibi ilginç talepler geliyor.
Anladığım kadarıyla Sam'in yaşadığı bir ikilem var. Kendi işini yapmak istiyor. Halihazırdaki işinden de nefret ediyor -ki nasıl etmesin, sürekli kalıp bir ifade kullanmak zorunda- ancak mesai boyunca yaşadıkları inanılmaz. Oyunun sonuna doğru talihi dönüyor neyse ki.
Sondaki şarkı da çok eğlenceliydi. Seyircilerin tepkilerinden oyunu pek beğenmediklerini anladım fakat tek kişi oyunları zordur. Efe Erkekli, oyunu gayet iyi yönetti. Yemekteyiz programının dış sesini duymak biraz garipti.
Oyunu yazan Becky Mode, Türkçeye çeviren Lale Eren Dalsar ve yöneten Elif Erdal da güzel iş çıkarmış. Belki de oyuna torpil geçeceğim ama bu yıl izlediklerim arasında en iyisi olduğunu söyleyebilirim.
Son dönemde adını anmak istemediğim elim olayların üst üste gelmesinden dolayı paylaşımlarıma bir süre ara vermeyi düşünüyordum. Şimdilik bazı konulara değinmekten kaçınacağım bir kısıtlama üzerinde duruyorum. Henüz bir karara varamadım.
Sosyal medyada viral olan kırk beş saniyelik bir TikTok videosunu inceleyeceğim bu yazımda. Videonun ana teması Getir ofisinde çalışan bir kadının bir günüdür.
Kadın, muhtemelen daha önce dolaşıma sokulan "ofiste bir günüm" temalı bir dakika civarındaki videolara özendi. Ancak ayrıntılara baktığımızda durumun ne kadar vahim olduğu görülebilir.
Mesai, 09.00 gibi başlıyormuş. Daha doğru bir deyişle kadın, ofise bu saatte giriyormuş. Kendisi giriş yapmak ifadesini kullanıyor. Aslında bu Türkçenin yozlaşmasına bir örnek çünkü kullanımda olan bir eylem varken eylemsiye eklenen yardımcı eylemle yeni bir kalıp oluşturmuş.
Daha sonra kendine sabah kahvesi yaptığını söylüyor. Muhtemelen filtre kahve. Ofiste adi bir kahve makinesinin bile olmaması ne kötü!
O gün birinci katta çalışacakmış. Masasını kendi seçiyor hatta. Bu da bize daha önce mesainin muğlak olduğu hakkında verdiği gibi çalışma yerinin de belli olmadığı yönünde bir ipucu veriyor. Kendine ait bir çalışma alanının olmaması sanılandan daha büyük bir sorundur.
12.30'daki öğle arasına kadar çalıştığını söylüyor. Ne yaptığını tam olarak anlamasam da videonun başındaki kartın üzerinde yer alan adı arattığımda LinkedIn'den bu kadına ulaştım. Unvanı Marketplace Operations Specialist imiş. Haziran 2021'den beri bu işi yapmaktaymış. Ondan önce Eclipse İstanbul diye bir yerde Social Media Manager unvanıyla üç ay kadar çalışmış. Bir insanın yönetici olarak işe başlaması biraz garip.
LinkedIn platformundan edindiğim diğer bir bilgi 2015 ila 2020 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversite'sinde sosyoloji eğitimi görmüş olmasıdır. Bu da herkesin aklında torpil veya iltimas olabileceği ihtimalini getirmiş. Toplumdaki ahlaki çürümenin bir göstergesi olarak görebiliriz bunu ama daha fazlası değil. Bu kadın, benim işimi elimden almıyor sonuçta.
Öğle arasında sağlıklı besleniyor. Kendisini bu kararından dolayı kutluyorum. Bunun yanında, Getir'in ne kadar yemek ücreti verdiğini merak ediyorum. Büyük bir ihtimalle çalışanlar, yediği yemeğin bir kısmını cebinden karşılıyor.
Canı latte isteyince Starbucks'tan gidip alıyor. Bunu ayrı bir molada yaptığını sanmıştım fakat öğle arasında yaptığını anladım. Bir saatlik mola dışında nefeslenme imkanı da yok sanırım.
Biraz daha çalıştıktan sonra cuma günlerinin Getir'de "Lezzetli Cuma" olduğunu gösteriyor bize. Bu cuma da lezzet olarak lokma döktürülüyormuş. Aslında diyette olmasına rağmen bir tane alıyor. Burada tane ile porsiyon hesabını karıştırdığını görüyoruz. Çünkü aldığı plastik tabakta dört adet lokma var. Burası beni ilgilendirmiyor tabii. Afiyet olsun.
Bu kesitte önemli olan şirketin göz boyama amacıyla yaptığı bir etkinliğin bile kaliteden yoksun olmasıdır. Lokma, en ucuz tatlıdır. Hamur, şeker ve yağ dışında bir bileşeni yoktur. İkincisi, bu videonun bir cuma günü çekildiğini net biçimde anlamış bulundum. Cumartesi çalışıp çalışmadığını merak ettim sadece.
18.30'a dek çalıştıktan sonra mesaiyi bitiriyor. Bilgisayarını kapatıp ofisten ayrılıyor. Bu kısımda can alıcı ayrıntı ise bilgisayarı götürecekmiş gibi yapması. Şayet bilgisayarı kendi getiriyorsa durum içler acısı demektir. Getir'in çalışanlarına bir bilgisayar bile veremediğini gösterir bu. Kadının kendi bilgisayarını kullanması şirket verileri için ciddi bir sorun. Kasıtlı olmasa bile yanlışlıkla bir yerlerde paylaşılabilir.
Video, muhtemelen Getir tarafından çektirildi. Mesainin on saate yakın sürmesini atlamışlar. Ofisin Etiler'de olduğunu hesaba katarsak, kadının yol da dahil işten kendine ayıracak vakti kalmıyor.
Kadına 'gizli işsiz' yakıştırması yapıldığını gördüm. Bu, net bir biçimde sermaye ağzıyla konuşmaktır. Bu halkın neden hep güçlüden yana olduğunu uzun uzun düşünmem gerek. Bir kere, bu kişinin gizli işsiz olması bizi ne kadar ilgilendirir? Maaşını biz vermiyoruz. Getir, bir devlet kurumu değil. Öncelikle bakılması gereken maaşını bizim ödediğimiz gizli işsizlerdir.
Bu kadına çok acıdım. Çalışma şartları kölelikten hallice. Sağ elinde yüzük olması da muhtemelen nişanlı olduğunu gösteriyor. Kendisi burayı okumayacak ama bu hayatta ne gördüğünü ve böyle bir karar aldığını kendisine sormak istiyorum.
Yine de, Tiktok ve Instagram'da aynı kullanıcı adıyla (ecemulkuu) yaptığı paylaşımlardan hayat dolu biri olduğunu anladım. LinkedIn'de ise bağlantılarının işe başlamasını, Getir hakkındaki paylaşımları ve babalık izni gibi emek süreçlerinde hoşuna gittiği olayları beğenmiş. Kendi herhangi bir yazı paylaşmamış.
Büyük olasılıkla videoyu çekerken ve paylaşırkenki amacı bu değildi ama bu yazıyı yazmama vesile için kendisine teşekkürlerimi iletiyorum. Bir gün daha iyi şartlarda -belki aynı yerde- çalışmasını diliyorum. Tabii, bu dileğim herkes için geçerli.
Bazen dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyorum kendimi. Bazense dünyanın en yalnız insanı oluveriyorum. Böyle zamanlarda kimsenin beni duymayacağını, durup dinlemeyeceğini biliyorum. O zaman da bu blogu neden açtığımı hatırlıyorum.
Atatürk, sadece 10 Kasımlarda veya ulusal bayramlarda düşmüyor aklıma. Bu nedenle 10 Kasım paylaşımı benim için büyük bir mesele değil. Zaten bu konu hakkında konuşurken doğru kelimeleri seçmek zor.
Sadece şunu belirtmem gerekir ki her 10 Kasım günü yağmur yağarken bu yıl hava günlük güneşlik. Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştım.
Nispeten huzursuz bir uyku uyudum bu gece. 05.00 sularında uyanıp telefonuma baktığımda bu TikTok videosundan kesitlerle karşılaştım. Sinirden kan beynime sıçradı. Videonun tamamını bularak yazılı analiz ettim ve kritik hazırladım.
Geçen yorumladığım hippi kadın videosu ile arasında bir örüntü fark ettim ve haklı çıktım. Röportajı yapan aynı kişiydi. TikTok hesabından (xbelkifurkanx) bu videoyla beraber önceki videoyu buldum.
Kadın, aile baskısından dolayı üzülüyor. Buna tam olarak şikayet denemez. Diğer kadınların güzel giyindiğini söylüyor ancak kendini bir yerde konumlandırmıyor. Bu konuda oldukça mütevazı.
Röportajı yapan kişiye bir parantez açmak istiyorum bu noktada. Kendisi tam bir dalyanak. Kadını açık bir biçimde övüyor. İnsan tanımadığı birine nasıl kompliman veya iltifat edebilir?
Kadın biraz utanıyor. Üzülerek söylüyorum ki adamın bu yaptığı tacizdir. Ancak "Geldiğinden beri kaç kişi yazdı sana?" diye soruyor. Yani başkaları tarafından da bir taciz söz konusu. Kadın bunun ayrımına varamıyor olabilir.
"Hiç erkek arkadaşım olmadı." diyince Furkan kadını av olarak görüyor. Belli ki kişisel gelişimini tamamlamamış biri. Kendisinde bir flört çabası sezdim ama tavrı biraz kaba.
Muhabbeti takip etmekte güçlük çekiyorum. Konudan konuya atladıkları için kafam bulandı. Adam, kadının adının Göksu olduğunu öğrendikten sonra tavsiye vermeye başlıyor. Onda bile üslubu sıkıntılı.
The Office dizisi sadece bir güldürü olarak ele alınmamalı. ABD'deki çalışma düzeni üzerine eleştirisini de satır aralarına yerleştirmiş. Bob Odenkirk'in (1962-şimdi) konuk olduğu Moving On adlı dokuzuncu sezon on altıncı bölümden bu altı dakikalık kesit üzerine yorum yapmak istiyorum.
Pam, Jim ile beraber yaşamak için Philadelphia'da bir işe başvuruyor. Buradaki patronun adı Mark. Makamında gitar çalarken Pam, olaya dahil oluyor. Mark'ın tavırları biraz garip. Alışık olmayan biri ürküp kaçabilir.
Pam daha önce kendini tanıtmış olmasına rağmen Mark ile tekrar bir tanışma faslına ihtiyaç duyuyor. Burada işe alınacak adayın küçümsenmesi söz konusu olabilir.
Mark, ortamdaki ruhsuzluğu görüp "Herkes mi geçici işçi burada?" diye serzenişte bulunuyor. Daha sonra Kore kökenli bir çalışana karşı yaptığı patavatsızlığı düzeltmeye çalışıyor. Bu çaba takdire şayan ama patavatsız olmasa daha iyi sanki.
Pam de patronun Michael Scott'a benzediğini fark ediyor. İlginç olan ayrıntı şu ki Bob Odenkirk, Michael Scott rolü için seçmelere girmiş fakat başarılı olamamıştır. Steve Carell, bu role uygun bulunmuş ve yedi sezon boyunca karaktere hayat vermiştir.
Halasına nepotizm uygulamadığının altını çiziyor hatta biraz abartıyor; ona kötü davranıyor. Bence burada mesele halasını değil kendisini kurtarmak ve erdemli biri gibi göstermek.
Roger ile olan monoloğu da garip. Çalışanın neden patrona yanıt vermediğini merak ettim. "Beni duymamış olmalı" diyor Mark sonunda.
İspanyol engizisyonu esprisini araştırmam gerekti. Kids in the Hall, çizim yapılan bir komedi programıymış ama burada yanlış bir atıf var.
Bu kadar gırgır şamatadan sonra iş görüşmesine geçiliyor. Mark, Pam'in CV'sini kısa buluyor. CV'nin uzun olması önemli midir? Bu durumu ele alırsak yanıt net bir "Hayır" olabilir. Çünkü Pam, on yılın üzerinde aynı yerde (Dunder-Mifflin) çalıştı. Sadece bir ara Michael Scott'ın şirketinde satışçı olarak çalıştı. Sonrasında aynı titrle Dunder-Mifflin'e geri döndü. Devemlılık önemli değil mi?
Mark, "Bu Svahili mi?" diye kasıtlı bir espri yapıyor. Pam, on yıl sonra iş görüşmesine gittiği için gergin olmalı. Buradaki zoraki gülüşünden de belli. Mark, gerginleşen ortamı yumuşatmak için muzipliğe girişiyor. Alttan alta Pam'i de alaya alıyor. Bu Pam'i daha da geriyor.
"Hamile kadın istemiyoruz." diye açık açık söylüyor. Normalde sorması yasak olmasına rağmen Maraş dondurmacısı misali "Acaba?" diyerek sorunun başını söyleyip geri çekiliyor. Pam de hamile olmadığını itiraf ediyor. Aslına bakarsanız buna mecbur değildi. Mark, işi katakulliye getirdi.
Burada çalışan son üç kadının hamile kaldığı bilgisini aktardıktan sonra sandalyenin farklı olduğu yönünde bir espri de patlatıyor. Hem kadınlar bu işi daha iyi yaptığı için hem de Mark, ofisinden baktığında sürekli orayı gördüğü için bu pozisyonda bir erkek istemiyor.
Pam bu noktada araya girerek ofis müdürü pozisyonu için başvurduğunu hatırlatıyor. Mark da dalga geçer gibi "Evet. Ofisi idare edeceksin. Telefonları yanıtlamak, çağrıları iletmek ve ne bileyim, kahve içmeye gitmek falan senin görevin" diye karşılık veriyor. Pam, bunun bir çeşit resepsiyonistlik olduğunu söylediğinde Mark, kabul ediyor fakat adının ofis müdürü olduğunu söylüyor.
Bu durum Türkiye'de de çok farklı değil. Aynı işi yapmak için çok farklı titrler belirleniyor. Bu titrler ezici çoğunlukla uydurmadır. Üretilme nedenini büyük oranda kariyer ile gözü boyanan işçilerin emek süreçlerine yabancılaşması diye açıklayabilirim. Bu heybetli titrler sayesinde kendini bir beden işçisinden üstün görebilecektir. Aynı maaşı almasına rağmen bir de.
Pam, işi reddediyor çünkü bu işi on yıl kadar yaptığını ancak artık iki çocuğunun olduğunu söylüyor. Ona göre çocuklu biri resepsiyonist olamaz. Bu da bu mesleği geçici olarak yaptığını gösteriyor. Tabii, tavrının bir miktar küçümseme barındırdığını da es geçmeyelim.
Josef Bieder'in Yıldızının Parladığı An (Aksesuvarcı) adlı oyunu Üsküdar Tekel Sahnesi'nde izledim. Sahneyi uzun zamandır görmek arzusundaydım. İnternetteki fotoğrafları çok farklı olsa da salon fena değildi.
Üsküdar'a giderken Marmaray kullanmak gibi bir hataya düştüm. Şunu tüm samimiyetimle ve gerçekten üzülerek söylüyorum ki Marmaray, oturmamış bir sistem. Kimseyi suçlamak istemiyorum ama aptal gibi genel yorum yapmak da pek bana göre değil. Dört buçuk yılda bir sistem nasıl oturamaz? Gerçekten hayret ediyorum.
Üsküdar'ı özlemişim. Üç gün üst üste gelip bir umre sevabı kazanmak isterdim fakat hem iş güç elimi kolumu bağlıyor hem de param bitti; maaş gününü bekliyorum. Bugün genel müdürüm bana artık 08.00'de değil de 08.30'da mesaiye başlayacağımı bildirdi. Bu da beni karamsar düşüncelere saldı ama akşamleyin bu kenti dolanmak terapi gibi geldi. Biraz rahatladım.
Normalde Devlet Tiyatroları'nda oturma düzeni olmaz. Buna güvenerek rastgele bir koltuk aldım. O da şansıma en arkadaymış. Oyun ile beraber bir sürü kafa izlemek zorunda kaldım. Oyun başlamadan önce ve perde arasında yanımdaki çiftle sohbet etme imkanı buldum.
Oyunun organizasyonunda biraz eksiklik vardı. Kimse oyuncu sahneye çıktıktan sonra salona gelmemeli. Oyun sırasında telefonuyla oynayanlar sinirimi zıplatmaya yetti.
Seyirciyle etkileşime geçen, ona sorular soran bir oyun kurgulanmış. Aksesuvarcılık görevini yürüten Josef Bieder, bu akşam temsil olmadığını bildirerek başlıyor. Bundan sonra bizi iki perde lafa tutuyor.
Murat Karasu'nun enerjisi yüksekti. Oyunculuk güzeldi ama oyun çok monotondu. Ne olduğunu tam olarak çözemesem de bir şeyler kesinlikle eksikti. Aksesuvar başta olmak üzere tiyatrodaki emek görünümlerinden bahsediyordu.
İkinci perde çok daha iyiydi. Para üzerine bir monolog aldı yürüdü. Ben hep yıldızının parlamasını bekledim. Finalde Josef Bieder, idare müdürü tarafından kovuldu. Bekar olması kararın alınmasında etkili olmuş. Bu acı son salondaki izlenimlerimle birleştiğinde şu kanaate vardım: Tiyatro izleyen son nesil olabiliriz.
Uyudum, uyandım ve zihinsel fonksiyonlarım biraz yerine geldi. Geceyarısından beri ayakta olduğum için Brezilya seçimlerini takip ettim. Sonuna kadar başa baş giden seçimi az bir farkla Lula kazandı.
Bu seçimleri analiz eden çoğu insan Brezilya ile Türkiye arasında bir benzeşim kuruyor. Aynı hata Macaristan'daki seçimlerde de yapıldı. Orada Orbán Viktor, altı muhalefet partisine karşı zafer elde ettiği için iktidar yanlıları durumu sahiplendi. Halbuki her ülkenin dinamikleri farklıdır. Türkiye ise eşi benzeri olmayan bir ülkedir; yeryüzünde tektir.
Bolsonaro hakkında kötü bir insan olduğu yorumları yapılıyor. Bazıları bu konuda ileri gidiyor hatta. Ancak kimse, Hitler ve Abdullah Öcalan da dahil, saf kötü değildir. Her insanda iyi bir yan bulunur. Sait Faik Abasıyanık, Birtakım İnsanlar adlı eserinde diyor ya: "İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmağa, ondan istifade etmeğe mahkumuz, mecburuz." Bir insanın neden ve nasıl Brezilya faşizmi yapabileceğini anlayamıyorum fakat onun da iktidarı sırasında yaptığı birkaç iyi hamle var. Bunlara bu yazımda değinmeyeceğim.
Lula, 2003 ila 2010 yılları arasında bu makamda bulunmuş bir isim. Daha sonra yolsuzluk suçlamasıyla hapse mahkum edildi. Yakın bir zamanda bu suçtan aklandı ve ekstrem bir durum olmazsa tekrar cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmaya hazırlanıyor.
Lula'nın Ukrayna, Zelenski ve Putin'in Savaşı hakkındaki yorumlarını pek tutmadım. Lula, Putin'i kınamakla birlikte Zelenski ve Avrupa'yı da bu işgalden sorumlu tutuyor. Tüm bunların Putin ile anlaşmaya varamadıkları için olduğunu söylüyor. Muhtemelen Rusya'ya çok uzak bir ülkede yaşadığı için böyle bir yorumda bulundu. Yoksa böyle bir analiz, hiç de akıl kârı değil.
Dikkatimi çeken diğer bir husus ise Zelenski'nin komedyen olmasını üstü kapalı alaya alması. Komedyenlik gerçek bir meslektir. Emek süreçlerini bilen birinin bu konuda hassas olması gerekirdi. Tabii, Lula'nın solculuğu benzetildiği Kılıçdaroğlu'nunki gibiyse bilemem.
Bu saatten sonra ne dersek boş. Brezilya'yı nelerin beklediğini hep beraber göreceğiz. Benim hiçbir özgünlük içermeyen yazım burada sona erdi. Şimdi reklamlar:
Bugün en büyük bayram olduğunu bilerek uyandım. Aslında biraz üzgünüm çünkü bugün birinin ofise gelmesi istendi. Hem biraz dinlenmek hem tek çalışmamak hem de bayram olması nedeniyle buna yanaşmadım. Birlikte çalıştığım kadın bir jest yaparak mesai yapmayı kabul etti. Aramızdaki anlaşamamazlığı bir buçuk iki saatlik bir konuşma sonunda çözdük. Bundan sonra işleri yoluna koyacağımızı umuyorum.
Çok farklı bir yazı tasarlamıştım. Kıvanç ve mutluluk dolu bir metin olacaktı ama olmadı. Cumhuriyetin fazilet olduğu, seçme özgürlüğünün olmadığı yerde ahlaktan bahsedilemeyeceği üzerinde yazacaktım. Her şeyimizi cumhuriyete borçlu olduğumuza da değinecektim. Dolayısıyla bu bayram sadece Cumhuriyet Bayramı değil, her şey bayramı olmalıydı.
Tüm bunları yazmışım gibi okuyabilirsiniz. Bu aralar tadım tuzum kalmadı. Ancak 29 Ekim'in bende uyandırdığı duygular bu yıl için cılız da olsa bakidir.
Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku sırasında çekilmiş bu fotoğrafın açısı bir acayip olmakla birlikte çok hoşuma gitti. Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Özalp, İsmet İnönü, fotoğrafçı, kameraman ve isimsiz bir asker göze çarpıyor. Gerçekten farklı bir havası var bu fotoğrafın.
Ne zamandır izlemek istediğim Maçın Adamı adlı oyunu bu akşam Garibaldi Sahnesi'nde izledim. Oyun, bu yıl izlediğim ilk İstanbul Devlet Tiyatrosu eseri oldu. Garibaldi güzel olsa da salon için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bazı okulların konferans salonu buradan daha iyidir.
Komik bir itirafla başlayayım; Cem Zeynel Kılıç ile Erkan Sever aynı kişi sanıyordum. İnsan insana benzer tabii. Oyunun az biraz interaktif olduğunu bilmiyordum. Başlamadan önce Cem Zeynel Kılıç sol kenarda en önde oturuyordu. Bense en sağdaydım. Bir koordinat düzleminde yansıma gibi oluyordu. İyi ki, bir oyunu ilk kez en önden izleyeyim, dedim.
Oyunun başında kısa bir repliği olan adamın er kişi anlamında adam olduğunu sanmıştım ancak İngilizce kişi adı olan Adam söz konusuymuş.
Amerikan film ve dizilerinde gördüğümüz grup terapisi teması işlenmiş. Sandalyelerin üzerinde broşürler vardı hatta. Michael, hayatta hiçbir şeyde tutunamamış bir adam. En sonunda babasından kalan çiçekçiyi işletmede karar kılıyor. Oyunda futbol terimleri de sıklıkla kullanılıyor. Bunun uyarlama olduğu kanısındayım çünkü oyunun orijinal adı Death of England.
Oyunda anlatılan maç, 2018 Dünya Kupası yarı finalindeki Hırvatistan-İngiltere maçı. 11 Temmuz 2018'de Lujniki Stadyumu'nda oynanan mücadele, 5'inci dakikada Treppier'in golüyle açılmıştı. Hırvatlar 68'de Perišić ile karşılık vermiş ve maç uzatmaya gitmişti. Mandžukić 109'da İngiltere'nin umutlarına ve tabii maça son noktayı koymuştu. Maçın hakemi Cüneyt Çakır, maçın adamıysa İvan Perišić. Seyirci sayısı ise 78011. Bu maçın, bir babanın ölümüne neden olabileceği aklıma gelmemişti.
Aslında ırkçı bir adamın düşünsel gelişim öyküsü anlatılıyor. İngiltere'nin onların değil "bizim" olduğunu savunurken Rizwan sayesinde bu yoldan dönüyor. Birleşik Krallık'ın çiçeği burnunda Hint kökenli bir başbakanı varken bu oyunu izlemek manidar oldu. Oyun tek kişilik ama Michael, grup terapisinde anlattığı anılardaki karakterleri de oynuyor. Bu yönden takdire şayan bir oyunculuk var.
Oyunun yazarları Clint Dyer ve Roy Williams, iki siyah İngiliz. Konunun ırkçılık olduğu az çok tahmin edilebilirdi. Erkeklik, göçmenlik, vatan sevgisi ve ebeveynlik de temalar arasında. Başta bu ikili olmak üzere oyunda emeği geçen herkesi kutlamak gerekiyor.
Juventus, bu sezon Şampiyonlar Ligi'ne veda etti. Paris Saint-Germain, Benfica ve Makkabi Hayfa ile H Grubu'na düşen İtalyan ekibinin beş maçta yalnızca İsrail ekibini 3-1 yenerek kazandığı üç puanı bulunuyor.
Aslında bu, uzun bir aradan sonra ilk kez oluyor. Zebralar, son üç sezonda ve 2015-16'da son 16'yı görebilmişti. 2017-18 ve 2018-19 sezonlarında çeyrek finale çıkma başarısı göstermişti. 2014-15 ve 2016-17 sezonlarındaysa finale kadar gelmiş ancak başarılı olamamıştı.
Siyah-beyazlılar, 2013-14 sezonunda Real Madrid, Galatasaray ve Kopenhag ile B Grubu'nda yer alıyordu. Gruptaki son maçlar öncesi Juventus'un 6, Galatasaray'ın ise 4 puanı bulunuyordu. İki takım kozlarını İstanbul'da paylaşacaktı.
Maçın oynandığı 10 Aralık 2013 akşamı karın boran olması sonucu hakem Pedro Proença, 31'inci dakikada karşılaşmayı erteleme kararı aldı. Maça ertesi gün 14.00'te devam edilecekti.
Karın etkisini azalttığı saatlerde oynanan maçın 85'inci dakikasında Wesley Sneijder, ağları havalandırarak Juventus'un umutlarına noktayı koydu. Bu güzel gol Ercan Taner'in anlatımıyla da hafızalara kazındı.
Mazi kalbimde bir yaradır. Galatasaray, hâlâ benzeri bir başarıyı tekrarlamış değil.
Muhafazakar Parti'nin başkanlık yarışında 200'ün üzerinde milletvekilinin oyunu alan Rishi Sunak, Birleşik Krallık'ın yeni başbakanı olacak. Penny Mordaunt, son ana kadar 100'ün üzerine çıkacağını söyledi ancak bu gerçeği yansıtmıyordu.
Aslında Boris Johnson istifa ettikten sonra girdiği yarışı son ana kadar önde götürüyordu. Fakat eylül ayındaki kongrede Liz Truss galip gelmişti.
Kökleri Birleşik Krallık'ın yıllarca sömürdüğü Hindistan'dan gelen bir başbakan herkesi heyecanlandırır ama neler yapacağını ve neler yapamayacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz.
🇸🇪 Mereyusblogg
Romersk medborgare från Miklagård.
På Mastodon sedan 23.X.2021
Bara postar oviktiga tankar.
Allmän egendom (PD). Inga begränsningar.
Jag tjänar ingen inkomst av det jag lägger upp här.
🇬🇧 Mereyü's blog
Roman citizen from İstanbul.
On Mastodon since 23.X.2021.
Just posting unimportant things.
Everything I publish is Public Domain (PD).
I don't earn any income here.
🇹🇷 Mereyü'nün blogu
Civis romanus sum.
23.X.2021'den beri Mastodon'da.
Önemsiz şeyler üzerine.
Paylaştığım her şey kamu malıdır (PD).
Buradan herhangi bir gelir elde etmemekteyim.