Show newer

Uyudum, uyandım ve zihinsel fonksiyonlarım biraz yerine geldi. Geceyarısından beri ayakta olduğum için Brezilya seçimlerini takip ettim. Sonuna kadar başa baş giden seçimi az bir farkla Lula kazandı.

Bu seçimleri analiz eden çoğu insan Brezilya ile Türkiye arasında bir benzeşim kuruyor. Aynı hata Macaristan'daki seçimlerde de yapıldı. Orada Orbán Viktor, altı muhalefet partisine karşı zafer elde ettiği için iktidar yanlıları durumu sahiplendi. Halbuki her ülkenin dinamikleri farklıdır. Türkiye ise eşi benzeri olmayan bir ülkedir; yeryüzünde tektir.

Bolsonaro hakkında kötü bir insan olduğu yorumları yapılıyor. Bazıları bu konuda ileri gidiyor hatta. Ancak kimse, Hitler ve Abdullah Öcalan da dahil, saf kötü değildir. Her insanda iyi bir yan bulunur. Sait Faik Abasıyanık, Birtakım İnsanlar adlı eserinde diyor ya: "İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmağa, ondan istifade etmeğe mahkumuz, mecburuz." Bir insanın neden ve nasıl Brezilya faşizmi yapabileceğini anlayamıyorum fakat onun da iktidarı sırasında yaptığı birkaç iyi hamle var. Bunlara bu yazımda değinmeyeceğim.

Lula, 2003 ila 2010 yılları arasında bu makamda bulunmuş bir isim. Daha sonra yolsuzluk suçlamasıyla hapse mahkum edildi. Yakın bir zamanda bu suçtan aklandı ve ekstrem bir durum olmazsa tekrar cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmaya hazırlanıyor.

Lula'nın Ukrayna, Zelenski ve Putin'in Savaşı hakkındaki yorumlarını pek tutmadım. Lula, Putin'i kınamakla birlikte Zelenski ve Avrupa'yı da bu işgalden sorumlu tutuyor. Tüm bunların Putin ile anlaşmaya varamadıkları için olduğunu söylüyor. Muhtemelen Rusya'ya çok uzak bir ülkede yaşadığı için böyle bir yorumda bulundu. Yoksa böyle bir analiz, hiç de akıl kârı değil.

Dikkatimi çeken diğer bir husus ise Zelenski'nin komedyen olmasını üstü kapalı alaya alması. Komedyenlik gerçek bir meslektir. Emek süreçlerini bilen birinin bu konuda hassas olması gerekirdi. Tabii, Lula'nın solculuğu benzetildiği Kılıçdaroğlu'nunki gibiyse bilemem.

Bu saatten sonra ne dersek boş. Brezilya'yı nelerin beklediğini hep beraber göreceğiz. Benim hiçbir özgünlük içermeyen yazım burada sona erdi. Şimdi reklamlar:

Şu sıralar üzerimde çok fena bir yorgunluk var. Ne kadar dinlenirsem dinleneyim geçmiyor. Nedenini henüz çözebilmiş değilim. Belki de mevsim geçişindeki belirsizliktendir. Bir de beyin sisi gibi gibi bir durum var. Herhangi bir şeye odaklanamıyorum, dikkatimi veremiyorum, meselelerin ayırdına varamıyorum ve derinlikli düşünemiyorum. Bunun bir lanet olmadığını umuyorum. Hayırdır inşallah!

Eskiden bir manzaraya bakınca nerenin neresi olduğunu kestiremezdim. Artık hangi gökdelenin bile nerede olduğunu gösterebiliyorum çünkü dünyanın kaç bucak olduğunu gördüm.

Cadılar Bayramı kutluyor olsaydım başka bir kılığa girmeme gerek kalmazdı. Çünkü zaten yeterince ucubeyim.

Tom Odell'e ait Another Love ezgisini çok seviyorum. Dinledikçe dinleyesim geliyor. Her seferinde farklı bir versiyonuna kulak veriyorum.

Bu şarkı bana çeyrek asra yaklaşan ömrümde hiç sevilmediğimi anımsatıyor. Emek süreçlerindeki hayal kırıklıklarımı bir kenara bırakırsak, yaşadığım en büyük travma olabilir. Uzun süredir sevmeyi de unutmuşum.

Normali bu mudur yoksa düzelmeli miyim, düzelebilir miyim? Bunlara verebilecek bir yanıtım yok.

Eğlenmek için tasarladığım bir oyun var. Oyunun adı Aptal mı Ölü mü? (Dumb or Dead). Günlük hayatta karşılaşılan tiplerin aptal mı ölü mü olduğunu tahmin etme diye açıklanabilir basitçe.

Belirli bir ortamda rast gelinebilecek üç tip sunulur. Aptal için A veya 1, ölü için Ö veya 0 kullanılır. İkisi de değilse hiçbiri anlamında H veya 2 yazılır.

Bunu bir seri halinde sürdürmeye çalışacağım; sadece biraz gülmek için.

Aklıma gelen ilk örnek şöyle;

Ortam: Toplu taşıma araçları
T: İnerken oturduğu koltuğa varis seçen
T: Kulaklık kullanmadan video izleyen
T: Bacaklarını 180 derece açarak oturan

Evlilik, günümüzde sorgulanan bir kurum. Evliliklerin kısa sürmesi ve yarısından çoğunun boşanmayla sonlanması insanları bu müessese üzerine düşünmeye itiyor. Bana göre, bu çağda pek tutmayan bir sosyal inşadır.

Bir kere evlilik, bir sorumluluklar ağıdır. Evlenilen eşe, tarafların ailelerine, topluma ve devlete karşı doğrudan sorumlu olunur. Evli kişiler bu sorumluluklarını eksiksiz yerine getirirse de hiçbir sorumluluğu üstlenmese de bekar birinden daha makbul bir vatandaştır.

Evli insan boyun eğmek zorundadır. Bu yüzden tüm dinlerde olduğu gibi devletlerce de evlilik teşvik edilir. Hele bir de çocuk varsa devlet ve diyanet için crème de la crème'dir. Prangaları olan bir insan seve seve uyum sağlamak zorunda. Bu da toplumsal düzen için bir velinimettir. Bu nedenle evlenmek isteyen iki kişi, alt sınıf bir memurun (nikah memuru) yaptığı beş dakikalık bir işlemle evlenebilirken bu akdi sonlandırmak istediklerinde üst sınıf bir memurun (yargıç-savgı) yöneteceği aylar sürecek bir süreç sonunda boşanabilirler.

Evli bir insan şartları beğenmediği gerekçesiyle kolayca iş değiştiremez; sermayenin güç kaybına neden olmaz. Evli insan, evinde eşi ve çocuklarıyla oturup topluma sorun çıkarmamalıdır. Çocuk, yine sermaye için gerekli işgücünün teminatıdır. Kürtaj karşıtlığı da bununla ilintilidir.

Aile düzeninin kutsallaştırılması toplum tarafından "Başı bağlansın" veya "Evlensin de evine, çocuklarına bağlı kalsın" sözleriyle ifade edilir. Bekarlığın lanetlenmesi (damnatio) bu nedenle sürekli yeniden üretilir.

İlla bir resmiyete ihtiyaç varsa benim evliliğe karşı önerim ise Fransa'da pacte civil de solidarité (PACS) olarak bilinen medeni birliktelik (civil union). Tabii şartların biraz daha gevşetilmesi lazım. Taraflar arasında imzalanacak bir sözleşmenin noter veya başka bir devlet makamı tarafından onaylanması sonucu gerçekleşecek bir birliktelik olacak. Devlet sadece onaylayıcı konumda olacağı için sözleşmeyi feshetmek de daha kolay olacak. Tarafların yalnızca birbirine karşı sorumlu olması da elzemdir.

Bugün en büyük bayram olduğunu bilerek uyandım. Aslında biraz üzgünüm çünkü bugün birinin ofise gelmesi istendi. Hem biraz dinlenmek hem tek çalışmamak hem de bayram olması nedeniyle buna yanaşmadım. Birlikte çalıştığım kadın bir jest yaparak mesai yapmayı kabul etti. Aramızdaki anlaşamamazlığı bir buçuk iki saatlik bir konuşma sonunda çözdük. Bundan sonra işleri yoluna koyacağımızı umuyorum.

Çok farklı bir yazı tasarlamıştım. Kıvanç ve mutluluk dolu bir metin olacaktı ama olmadı. Cumhuriyetin fazilet olduğu, seçme özgürlüğünün olmadığı yerde ahlaktan bahsedilemeyeceği üzerinde yazacaktım. Her şeyimizi cumhuriyete borçlu olduğumuza da değinecektim. Dolayısıyla bu bayram sadece Cumhuriyet Bayramı değil, her şey bayramı olmalıydı.

Tüm bunları yazmışım gibi okuyabilirsiniz. Bu aralar tadım tuzum kalmadı. Ancak 29 Ekim'in bende uyandırdığı duygular bu yıl için cılız da olsa bakidir.

Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku sırasında çekilmiş bu fotoğrafın açısı bir acayip olmakla birlikte çok hoşuma gitti. Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, Kazım Özalp, İsmet İnönü, fotoğrafçı, kameraman ve isimsiz bir asker göze çarpıyor. Gerçekten farklı bir havası var bu fotoğrafın.

Bir haksızlığa karşı çıkılınca "Burası İsveç değil" diyorlar. Bu konuda alçakgönüllü olamayacağım: Bu ülkenin Türkiye olduğunu herkesten iyi biliyorum. Böyle şeylere sesimizi yükseltmemiz ve tartışmamız hatta kavga etmemiz gerek. Yıpranmadan bir hak nasıl elde edilecek? Adil olmayan bir dünyaya nasıl adalet gelecek? Birileri bedel ödemeli. Bizden öncekiler gibi...

Değerli bağlantılarım ve tüm bağlantısızlar,

Bu sene iki ayrı alanda çalışma imkanı buldum: Eğitim ve turizm. Şunu anladım ki ben çalışmak istemiyorum. Evlenmek de istemiyorum. Kitap okumak, sergi-galerilere katılmak, opera veya tiyatroya gitmek ve cura çalmak istiyorum, tercihen Acıbadem taraflarında bir evde...

Tabii bu talebim insanların ezici çoğunluğu için garip gelebilir çünkü hemen hemen herkes hayalindeki bir işi olduğunu söyler. Bense tescilli bir aylağım. Bazen çıkışlarımdan dolayı solcu olarak etiketlenebiliyorum ama bana solcu demek eski solculara hakaret olur.

Hayalimdeki iş çalışmamak; herhangi bir işte. Kendimi emek süreçlerinde düşleyemiyorum. Yakın bir gelecekte olmasa da bir ara bu çalışma düzeni gözden geçirilebilir. Sadece çalışma saatlerinden bahsetmiyorum, her şeyiyle, derinlemesine bir düzenleme gerekiyor.

Son olarak söyleyebileceğim, değinebileceğim meseleyse belki de bu çağın insanı olmadığımdır. Kendimi bazen evrenin en yalnız insanı gibi hissediyorum. Şu an kime seslendiğimi bile bilmiyorum. Hadi, kalın sağlıcakla!

Ne zamandır izlemek istediğim Maçın Adamı adlı oyunu bu akşam Garibaldi Sahnesi'nde izledim. Oyun, bu yıl izlediğim ilk İstanbul Devlet Tiyatrosu eseri oldu. Garibaldi güzel olsa da salon için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bazı okulların konferans salonu buradan daha iyidir.

Komik bir itirafla başlayayım; Cem Zeynel Kılıç ile Erkan Sever aynı kişi sanıyordum. İnsan insana benzer tabii. Oyunun az biraz interaktif olduğunu bilmiyordum. Başlamadan önce Cem Zeynel Kılıç sol kenarda en önde oturuyordu. Bense en sağdaydım. Bir koordinat düzleminde yansıma gibi oluyordu. İyi ki, bir oyunu ilk kez en önden izleyeyim, dedim.

Oyunun başında kısa bir repliği olan adamın er kişi anlamında adam olduğunu sanmıştım ancak İngilizce kişi adı olan Adam söz konusuymuş.

Amerikan film ve dizilerinde gördüğümüz grup terapisi teması işlenmiş. Sandalyelerin üzerinde broşürler vardı hatta. Michael, hayatta hiçbir şeyde tutunamamış bir adam. En sonunda babasından kalan çiçekçiyi işletmede karar kılıyor. Oyunda futbol terimleri de sıklıkla kullanılıyor. Bunun uyarlama olduğu kanısındayım çünkü oyunun orijinal adı Death of England.

Oyunda anlatılan maç, 2018 Dünya Kupası yarı finalindeki Hırvatistan-İngiltere maçı. 11 Temmuz 2018'de Lujniki Stadyumu'nda oynanan mücadele, 5'inci dakikada Treppier'in golüyle açılmıştı. Hırvatlar 68'de Perišić ile karşılık vermiş ve maç uzatmaya gitmişti. Mandžukić 109'da İngiltere'nin umutlarına ve tabii maça son noktayı koymuştu. Maçın hakemi Cüneyt Çakır, maçın adamıysa İvan Perišić. Seyirci sayısı ise 78011. Bu maçın, bir babanın ölümüne neden olabileceği aklıma gelmemişti.

Aslında ırkçı bir adamın düşünsel gelişim öyküsü anlatılıyor. İngiltere'nin onların değil "bizim" olduğunu savunurken Rizwan sayesinde bu yoldan dönüyor. Birleşik Krallık'ın çiçeği burnunda Hint kökenli bir başbakanı varken bu oyunu izlemek manidar oldu. Oyun tek kişilik ama Michael, grup terapisinde anlattığı anılardaki karakterleri de oynuyor. Bu yönden takdire şayan bir oyunculuk var.

Oyunun yazarları Clint Dyer ve Roy Williams, iki siyah İngiliz. Konunun ırkçılık olduğu az çok tahmin edilebilirdi. Erkeklik, göçmenlik, vatan sevgisi ve ebeveynlik de temalar arasında. Başta bu ikili olmak üzere oyunda emeği geçen herkesi kutlamak gerekiyor.

Türkiye'de bazı işlerin yürüme hızı karşısında dehşete düşüyorum. Bir şeyden on kişinin sorumlu olması ve tabii bürokrasi... Sözcükleri bir araya getirmek bile zor.

Halihazırdaki hayatımdan pek memnun değilim ama evlenecek kadar da nefret etmiyorum yaşamaktan.

Türkçe felsefenin olanağı tartışmalarını geride bıraktık sanıyordım. Miadını çoktan dolduran bu konu çoğunlukla cumhuriyet devrimlerinden rahatsız olanlar tarafından gündeme getiriliyor. Artık Kürtçe, Lazca, Adigece felsefenin imkanını konuşmalıyız. Bu topraklarda konuşulan diller hiçbir şeyden mahrum kalmamalı.

Sabahleyin Liz Truss'tan daha büyük bir boşluğa düşmüş gibi hissediyordum ancak birtakım şeyler yoluna girdi. Şu an daha iyiyim. O eski şen tavrımı hâlâ özlüyorum gerçi.

Burada yaşayan ve ölen insanlar üzerine birçok hikaye anlattım ve hiçbiri kurgu değildi. Üzerine basa basa şunu söyledim: Anlatılan senin hikayendir. Bu hikayelerden çıkarılacak en basit sonuç ise Türkiye'nin tam bir emek cehennemi olduğudur.

Juventus, bu sezon Şampiyonlar Ligi'ne veda etti. Paris Saint-Germain, Benfica ve Makkabi Hayfa ile H Grubu'na düşen İtalyan ekibinin beş maçta yalnızca İsrail ekibini 3-1 yenerek kazandığı üç puanı bulunuyor.

Aslında bu, uzun bir aradan sonra ilk kez oluyor. Zebralar, son üç sezonda ve 2015-16'da son 16'yı görebilmişti. 2017-18 ve 2018-19 sezonlarında çeyrek finale çıkma başarısı göstermişti. 2014-15 ve 2016-17 sezonlarındaysa finale kadar gelmiş ancak başarılı olamamıştı.

Siyah-beyazlılar, 2013-14 sezonunda Real Madrid, Galatasaray ve Kopenhag ile B Grubu'nda yer alıyordu. Gruptaki son maçlar öncesi Juventus'un 6, Galatasaray'ın ise 4 puanı bulunuyordu. İki takım kozlarını İstanbul'da paylaşacaktı.

Maçın oynandığı 10 Aralık 2013 akşamı karın boran olması sonucu hakem Pedro Proença, 31'inci dakikada karşılaşmayı erteleme kararı aldı. Maça ertesi gün 14.00'te devam edilecekti.

Karın etkisini azalttığı saatlerde oynanan maçın 85'inci dakikasında Wesley Sneijder, ağları havalandırarak Juventus'un umutlarına noktayı koydu. Bu güzel gol Ercan Taner'in anlatımıyla da hafızalara kazındı.

Mazi kalbimde bir yaradır. Galatasaray, hâlâ benzeri bir başarıyı tekrarlamış değil.

Ofiste beraber çalıştığım kadın, benden bir pozisyon üstte yani titri daha kalın. Kendisiyle iş yapmak gerçekten zor. Zaten çok fazla ofiste durmuyor. Dolayısıyla haberleşemiyoruz; birbirimizden kopuğuz. Çoğunlukla anlam veremediğim direktifler veriyor. Kimi zaman beni gizlice aşağıladığını hissediyorum. Mesaim biraz zorlantılı geçiyor. Bu akşam, tek başıma çalışırken bile böyle yıpranmadığımın farkına vardım. Sanırım bu kadın bana mobbing uyguluyor.

Her meseleyi konuşarak çözmeye gayret ederdim ancak kendisiyle pek konuşasım yok. Konuşacak bir şey de olmayabilir. Bu böyle giderse daha fazla devam edemem. Daha bir ay olmadan bunu düşündüğüm için çok üzgünüm. İşsizlik ve parasızlık çok zor ama az paraya bunu çekmeye değer mi?

Şimdilik bu durumun düzelmesini ummaktan başka çarem yok. Düşündükçe kendimi daha kötü hissettiğim bir hadise bu.

14 Ekim akşamüzeri, biletinial platformu üzerinden ertesi gün saat 20.00'de Üsküdar Tekel Sahnesi'nde oynanacak Meraklısı İçin "Öyle Bir Hikaye" adlı oyuna bilet almıştım. Bartın'daki iş cinayeti nedeniyle 15 ve 16 Ekim tarihlerinde Devlet Tiyatroları bünyesinde sahlenecek tüm oyunlar iptal oldu. Bana da paramın 7-10 işgünü içinde iade edileceği bildirildi.

Bir kere mail atmış olmama rağmen gelen giden yok. Gerekli önlemleri almayan bir dangalak yüzünden hem paramdan oldum hem de oyunu izleyemedim. Bu nasıl bir denge?

Aslında bir süre hiçbir derinliği olmayan, diğer bir deyişle aşko kuşko bir hesap olmayı istiyordum fakat şu sıralar kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bir şeyleri yoluna koyabilirsem olabilir bu da.

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.