Show newer

Hüzünlü iblis halleri

Arif ALTAN

Anayasa muhafızlarıymış, Türklüğü koruyorlarmış, üniter yapıyı kutsuyorlarmış. İyi de Kürtlere ne bundan? Her şeyi kendine istemen yetmez de Kürtler de kendi aleyhine sana mı istesin hep, kendisi açlıktan kırılırken senin çıkardığın yangından kurtardığı son avuç buğdayı da senin ambara mı taşısın?
Hepsi de 'sol', 'sosyalist', 'demokrat' ama idolleri Ümit Özdağ, vaizleri Turhan Çömez, şövalyeleri Tanju Özcan, imamları İlber Ortaylı. Tek harfi değişmesin diye kalpleriyle mühürledikleri kutsal kitapları da bir cunta anayasası.
Uçuk bir yalan ve hoyrat bir deliliğe iman eden bir zalimler zümresi. Yüz yıllık inkâr rejiminin aşınmaz payandaları. “Muhalefet” partilerine dağılmış huzursuz rejim bekçileri. İslamcı iktidar sopasının ucunu gördüklerinde, can havliyle “bana değil ona” diye Kürtleri öne süren kendince modernist, ilerici, demokrat, aydın ve elbet sapına dek ırkçı bir Kemalist dilbazlar çetesi. “Bana üç ay fazla, Kürt’e otuz üç yıl az, benim üç ayımı onun otuz üç yılına ekle” diye ciyaklayan vahşi, barbar, ahlaksız bir yılan-çıyan güruhu. “İyi ama o terörist, bense aydın, gazeteci, muhalifim” palavrası. Ömrünü cezaevinde geçirsin diye otuz üç yıl önce evi yakılıp yıkılırken, infaz edilirken, meçhule götürülürken, işkence tezgahlarından geçirilirken gariban Kürt köylüsü o zaman da en az şimdiki kadar “terörist”ti öyle mi? Otuz üç yıl az, bir otuz üç yıl daha yatsın he mi? Kendileri temiz, Kürtler kirli. Kendileri demokrat, Kürtler cani. Onlar hayat, Kürtler ölüm istekli, kendileri doğru, Kürtler hileli… Hayatları, ırkçılıkları ve sahtekarlıklarıyla mühürlenmiş, bir yalan ve kötülük tapınağında rezillik müsamereleriyle geçimlerini sağlayan bir sapkınlar tarikatı.

İktidardan paysız kalmanın zararını, metelik etmez demokratlık kostümlerini giyinerek Kürtlerden çıkarma peşinde koşturan, düşünce yoksunu kadınlı erkekli bir sefiller kalabalığı. Ünlerini bile Kürtlere borçluyken, konforlarını Kürtlerin yıkımına, yaşam alanlarını bile Kürtlerin mezarları üstüne kurmuşken. Anayasa muhafızlarıymış, Türklüğü koruyorlarmış, üniter yapıyı kutsuyorlarmış. İyi de Kürtlere ne bundan? Her şeyi kendine istemen yetmez de Kürtler de kendi aleyhine sana mı istesin hep, kendisi açlıktan kırılırken senin çıkardığın yangından kurtardığı son avuç buğdayı da senin ambara mı taşısın? İncelikli sandıkları kaba, kötürüm, iğrenç delilik halleri. Demokratlık diyorlar buna; solculuk, ilericilik, modernlik, sosyalistlik, liberallik gibi afili isimler takıştırmış bir yobazlar korosu. Kötülüklerini iyilik gibi sunma marifeti hep tutarmış gibi.

İyi sayıyorlar, erdemli sanıyorlar, varlıklarını insancılıkla, alçaklıklarını soylulukla bağdaştırıyorlar. Haksızlıklarını haklılığa vardırmanın gururlu hilesini, kötücül devletçi geleneğin kirli ilkesiyle yoğuruyorlar. Bir ideoloji değil, çünkü toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan düşünceler bütünlüğüne dayanan bir şey değil, Kemalizm kaskatı bir teolojidir. Düşüncelerden değil, bir tek saplantıdan doğmuştur, inkardan. Kürt’ün inkarından. Kemalistlerin bir asırdan beri topluma giydirdiği deli gömleğinden. İnkâr ederken imha etmekten imtina etmeyen bir barbarlık dini. Müritleri sürüyledir, son sürüm mücahitleri gazeteci kılıklı ekran ve sanal dünya müteahhitleri.

Hepsi de 'sol', 'sosyalist', 'demokrat' ama idolleri Ümit Özdağ, vaizleri Turhan Çömez, şövalyeleri Tanju Özcan, imamları İlber Ortaylı. Tek harfi değişmesin diye kalpleriyle mühürledikleri kutsal kitapları da bir cunta anayasası. Ekranları buğulayan gözyaşları, yitirdikleri kayıp cennete, doksanların vahşet düzenine. Nasıl güzel, nasıl huzurlu, nasıl eşsiz günlermiş o günler. O kadar hak, hukuk, demokrasi, eşitlik, kardeşlik, özgürlük varmış ki, taşar boğarmış. Görmeyene kim ne söylesin! Haksız mı ince ruhlu Kemalist demokratlarımız! Sadistler, katiller, kontralar, Jitemciler, canavarlar, zombiler bile dışlanmaz, özgürlükleri kısıtlanmaz, bu cennet ülkesinde bir rüyadaymış gibi yaşayıp gittiği o yılları nankör Kürtler dışında kim hasret ve hararetle anmaz! Dileyen köyü yakar, dileyen insan tutuşturur, dileyen sokak ortasında öldürür, dileyen işkence merkezlerinde aylarca insan çığlıkları dinletir, dileyen pislik yedirir, dileyen yağma talana girişir, dileyen çocuk parçalar, dileyen kadına kezzap atar, dileyen toplu katliam yapar. Ne güzel ülke, ne hoş zamanlar! Fundamentalistler geldi demokrasi uçuverdi, terörist Kürtler hak diye diretmezse memleket bahar bahçe. İslamcılar def edilse, Kemalist düşlü iktidar gelse gariban Kürt köylüsünü otuz üç yıl değil, otuz üç bin yıl yatırsa muhteşem eski Türk demokrasisi çıktığı rayına anında oturuverecek!

Eylül cuntası çocukları hepsi. Düşünceli halleri hile ve entrika dürtülerinden, insancıl halleri zalim ve haşin geleneksel inkarcılıklarından. Sorunsuz Kürtlerle can ciğer, sorunlu Kürt’e kıyamete dek düşman. Demokratlığı lekesiz ya, Kürt’ten yana görünecek ya, “Kurucu Kürt” de neyin nesi, “Koruduğumuz Kürt” bir selamımıza hasret şuracıkta. Aklı sıra koruduğu Kürt’ü korucusuyla birlikte “Kurucu Kürt'ün” üstüne salacak. Herhangi bir Kürt umurundaymış gibi. İktidarın sopasına Kürt'ün sırtını tutma çabası. Kurucu Kürt'ün sözü dolaşıma girdiğinde varlığından ve yüzyıllık yalanından geriye bir şey kalmayacağını bildiğinden. Otuz üç yıllık esaret o yüzden yetmez, sonsuza dek esaret istemi oradan. Onların ağzındaki demokrasi, toplu mezarlar, asit kuyuları etrafında dönen bir ortaoyunu performansı.

Anayasa’ya dokundurmazlarmış, Kürt tanınırsa Türkiye Lübnanlaşırmış, “… herkes Türk’tür” ibaresi bir etnik vurgu içermezmiş, Lozan Türklerin tapusuymuş. Tapu seninse kiracılara, yarıcılara, marabalara, gündelikçilere ne? Mülkün gidecekse mülksüzlere ne, tarlandaki zarar ziyanı açlıktan kırılan üryan mı kapatsın? Vaziyet vahim; teklik çığlıkları geçmeyen kabızlıkları, bölünmezlik nöbetleri o kasıntılı ve tekrarlayan baygınlıkları tedaviye yanıtsız ileri evre. Hastalığı kurcalansa Türk kalabilmek için daha fazla nedene ihtiyaç duyacak bu tuhaf güruh Türkmüş, Türkiyeli değilmiş. Bunca abandığında bu bağnazlıktan kimlik dışında bin bir türlü saplantı çıktığı görülmez bir şeymiş gibi. Dünya alem bilir, Türk kimliği bir etnisiteden değil, inkârdan doğmuştur. İnkârdan ibaret bir aidiyet. Kemalist demokrasi o yüzden daha fazlası değil; kendisi hükmettiğinde bir katliam seremonisi, güçsüz düştüğünde kulak tırmalayan bir laf kalabalığı, başkasının ölümünü ve kanını çığırarak tepişenlerin gürültüsü.

Ana Akım’dan kovulunca öksüz, yetim ve devlet dışı kalan bu muhacirlerin, muhalifliği, solculuğu, demokratlığı yeni baştan keşfetme serüveni de yürek burkucu, sahiden göz yaşartıcı. Sadece kendilerinin konuşup sadece kendilerinin dövebildiği yılları özlem ve hasretle anarken, apartman kapıcısı o mülayim Kürt kardeşin bugün eşitleriymiş gibi muamele görme ihtimali, sadece kendilerine özgü o umutsuz hastalığı yeniden tetiklemeye yetiyor. Yırtınmaları, çırpınmaları nafile. Her şey ortada: Kriz Kürt'ün kimliğinde değil, ama yeterince Türk bile olamayan o kendi yıkımına ve iflasına ayarlı Kemalist beyinlerinde. “Ne konuşmalı ne de susmalı” dedikleri bir kontrol mekanizmasından ibaret olan benzersiz demokrasi tariflerinde Kürt'ün kapladığı yer, ancak “susarsa yaşar” denilerek öldürülebildiği alan açıklığınca. Hedefe onları dövenden önce Kürtleri yerleştirip “hani bana demokrasi” diye topluca zırlayıp durdukları bugünlerde, demokrasinin bahşedilen değil, hak edilerek kazanılan ve yaşanılan bir şey olduğunu anlamalarını beklemek imkansızdan öte bir şey. O yüzden cennetten kovulmuş bugünkü hüzünlü iblis halleri, eskisi gibi hüzünlü ve dokunaklı görünmediği gibi denk gelenin anında yüz çevireceği mide bulandırıcı iğrenç bir görünümle bezeli.

justpaste.it/jevvj

''Gerçek Hayatın Kara Panter Partisi'ne Bağlı''

Çeviri: Tahsin Aladağ

1 Mayıs 2020, Bobby Seale'e destek amacıyla New Haven'da düzenlenen gösterilerin ve “eşcinsel kanunsuz” Jean Genet'nin Kara Panter Partisi'nin davetlisi olarak beklenmedik katılımının ellinci yıldönümü. İyi bir dostum,New Haven'lı antropolog Matthew O'Malley, birkaç gün önce bana bu yıldönümünü hatırlattı. Onunla Paris'in on sekizinci bölgesinden konuştum, sıkılmış bir çaresizlik ve uçucu bir memnuniyet içinde Genet'nin teatral ve politik denemeleri üzerine bir tez bölümünü bitiriyordum. Tartışmamızın ardından Matthew bana Genet'nin 1 Mayıs konuşmasının ışıltılı son satırından alıntı yaparak “gerçek hayatın BPP'ye bağlı” diye mesaj attı.

Bobby Seale'in 1970'teki yaşamı geniş tabanlı desteğin siyasi baskısına bağlıyken, Genet, Panterler'in isyan tasavvurunun beyaz entelektüellere maddi refah içindeki ayrıştırılmış yaşamlarından daha gerçek bir şey sunduğunu anlamıştı. Panterler, tarihin doğru tarafında yer almanın kutlamalı duygusunun aksine, “şiirsel bir olumsuzlamanın” gerçekliğini ve olasılıkla gerçek bir devrimci duyguyu öneriyordu. Genet'ye göre Panterler, Siyahlıklarından değil, “dört yüzyıl boyunca sürgün edilmiş ve yasadışı ilan edilmiş” olmalarından kaynaklanan “bizim yoksun olduğumuz bütün bir duygulanımı devreye sokuyorlardı”. Genet'nin Panter yanlısı yazılarının çoğunda olduğu gibi, 1 Mayıs Konuşması da Panter devriminin temsil ettiği adaleti değil, beyaz radikal vicdanın metafizik yoksulluğunu imliyordu. Birkaç ay sonra George Jackson'ın Soledad Brother'ı hakkında yazan Genet, “eğer bu eserin bazı ayrıntıları size ahlak dışı görünüyorsa, bunun nedeni eserin bir bütün olarak sizin ahlakınızı yadsıyor olmasıdır, çünkü şiir hem devrimci bir ahlak olanağını hem de onunla görünüşte çelişeni ihtiva ediyor” der. Ne şiir ne de başkaldırı, hatta belki ne de devrim “iyi” için yapılmaz. Genet'ye göre, “tamamen farklı bir insan serüveni” ihtimalini açığa çıkaran, onların lanetliliği ve olumsuzluğudur.

İlk olarak Panther'in “Here and Now For Bobby Seale (Essays by Jean Genet)” adlı broşüründe İngilizce olarak yayınlanan 1 Mayıs Konuşması, daha sonra 1970 yazında City Lights tarafından bir önsözle birlikte yayınlandı. Bu metin de dahil olmak üzere Genet'nin BPP için yazdığı metinlerin çoğu, Albert Dichy'nin 1990 tarihli L'ennemi déclaré [İlan Edilmiş Düşman] adlı derlemesinde ilk kez yayınlanana kadar Fransızca olarak yayımlanmadı. Metinlerin Fransızcadaki zamansızlığı anlamlıdır, çünkü Genet'nin Panter'in siyasi kategorilerini kullanması 1970'lerin Fransız siyasi evreninde oldukça yabancı görünürdü. Siyasallaştırılmış terimler olarak “beyaz” ve “siyah” kavramları, ırk kavramının ırkçılıkla eş tutulduğu Fransız cumhuriyetçi evrenselcilerini bugün dahi şaşırtmaya devam etmektedir. Genet'nin ırklar arası siyasi koalisyonu yönlendirmenin güncel biçimlerine dair neredeyse kehanet niteliğindeki kavrayışı, şaire Sartre tarafından miras bırakılandan farklı bir azizlik havası, tavizsiz bir beyaz müttefiğin havasını bahşetmiştir. Atlantik'in her iki yakasında, anti-kapitalist kuirler ve anti-emperyalistler için, Genet'nin Üçüncü Dünya devrimcileriyle dayanışmasını oluşturan eylemler dizisi ona özel bir tarihsel statü kazandırmıştır.

Ancak başka bir yerde de yazdığım gibi, Genet bugünün standartlarına göre, özellikle de siyasi ve cinsel meselelerin kesiştiği yerlerde, sorunsuz bir beyaz müttefik değildi. Kadji Amin'in çalışması Genet'nin ilk romanlarında ırksal fetişizmin seyrini takip ediyor ve akademisyenlerin Genet'nin cinsel egzotizmini siyasi dayanışmaya giden bir yol olarak nasıl meşrulaştırdıklarını tartışıyor. Todd Shepard'ın son kitabında tartıştığı gibi, Genet'nin Araplarla olan cinsel ilişkileri nedeniyle Cezayir'in bağımsızlığını desteklediğini belirten yorumları, FHAR'daki aktivistler için bir çağrı haline gelecek ve Geyler ile Arapların seyir yoluyla ortak bir zemin bulabileceğinin kanıtı olacaktır. Fransa'da 1970'lerin başında benzer pozisyonlar (ırklar arası seksi koalisyon politikalarıyla özdeşleştirmek) gey solunu dolduracak olsa da, Genet'nin genç Arap erkeklerine duyduğu zaman zaman zalimane sevgi, aktivizmiyle ilişkisi içinde ancak belirsiz bir şekilde anlaşılabilir. Edward Said, Genet'nin “yakışıklı esmer genç erkeklere olan aşkının... bir tür tersine çevrilmiş ya da taşmış Oryantalizm anlamına gelip gelmediğini” sorar. Ancak hiçbir şey, o zamanlarda ve o zamanlardan beri Kuzey Afrikalı yazar ve sanatçı kuşaklarını, Genet'nin kişiliğinin gücünü kendi eserlerinde canlandırmaktan alıkoymadı. Faslı queer yazar Abdellah Taïa, Genet'nin “Fas azizliği” üzerine geniş çaplı yazılar kaleme alırken, Fransız-Cezayirli siyasi entelektüel Houria Bouteldja 2016 tarihli Beyazlar, Yahudiler ve Biz kitabında Genet'nin mirasını tartışmaktadır. Genet'nin Kara Panter Boston Şubesi ve Cezayir'deki Uluslararası Şube ile olan bağlantıları Faslı sanatçı Bouchra Khalili'nin yeni filmi Twenty-Two Hours'a ve yakın tarihli sergi metni “Radical Ally ”ye konu olmuştur. Genet'nin ırkçılık karşıtı politikalar için devam eden önemi ışığında ve onun örneğinin kusurlarına rağmen, Genet'nin eserinin ve kişiliğinin dile getirmeye çalıştığı karmaşık dayanışmaların geleceğinde yaşıyor gibi görünüyoruz.

Fransız yazarın Cezayir savaşına ilişkin riskli yorumları 1965 yılında, Les Paravents [Ekranlar] adlı oyununun aşırı sağcı gösterilerin ve fiziksel saldırıların hedefi olmasından bir yıl önce yapılmıştı. Neo-faşist Occident grubu, oyunun Odéon'daki ilkbahar gösteriminin neredeyse her gecesi tiyatronun içinde ve dışında gösteri yaptı. Faşist terörist grup OAS'a yakın, kaybedilmiş sömürgeci savaşların sağcı gazileri, Arap köylülerin Fransız Ordusuna karşı gerilla savaşını sahneleyen oyunla ilgili bir bildiri kaleme aldı. Les Paravents'i görevlerine hakaret olarak nitelendirerek Genet'yi “kötü şöhretli bir oğlancı” ve “Avrupa'nın tüm kenar mahallelerinin fahişesi” olarak tanımladılar. Tiyatronun içinde faşist eylemciler balkonlardan paraşütle atladılar, sahneye cam şişeler, çürük yumurtalar ve ölü fareler attılar, oyuncularla yumruk yumruğa kavga ettiler ve orta koridorda sis bombaları yaktılar. Özellikle ölü bir askerin silah arkadaşlarının osurukları üzerinde öbür dünyaya kaldırıldığı sahneden hiç hoşlanmadılar. Dışarıda faşistler ve antifaşistler karşı karşıya geldi; birinciler “Genet İbne”, “Genet Kazığa” sloganları atarken, ikinciler beş yıl önce Seine Nehri'nde yüzlerce Cezayirliyi boğan aynı polis gücünün ortasında ifade özgürlüğünü koruyordu.

Bu an, Genet'nin Mayıs 1968 olayları sırasında solcu öğrencilere destek vermesini önceleyen siyaset öncesi döneminin bir parçası olarak kabul edilir. Gerçekten de Genet'nin Cezayir devrimi imgesinin ulusçu tasarıyı desteklediği söylenemez, çünkü oyunun kahramanı Saïd sonunda yoldaşlarına ihanet eder ve ardından idam edilir. Genet'nin politikasında gerçek bir dönüşümün gerçekleşip gerçekleşmediği, son dönem eserleri üzerine çalışan pek çok akademisyeni düşündüren bir sorudur. Sömürgecilik karşıtı yönetmen Roger Blin'e 1966'da tiyatrosunu “solculaştırmaması” [gauchiser] için yalvarması ile 1970-1971'de Ürdün ormanlarında Filistin Kurtuluş Örgütü'nün fedaileri ile birlikte kalması arasında Genet için tam olarak neyin değiştiği konusunda bir fikir birliği yoktur. Siyasetteki bu değişimin etrafındaki gizem nedeniyle, Genet'nin 1970 baharında Kara Panterler'in devam eden kampanyalarını desteklemek için ABD'ye gizlice gelişi, ciddiyetine rağmen muzip bir misyon boyutlarına sahiptir. Connie Matthews, Siyahlar adlı oyununa atıfta bulunarak Genet'den Paris'te Panterlere destek organize etmesini istemişti. Genet kabul etti ama Amerika'ya gitmeyi tercih edeceğini söyledi ve ertesi gün Québec'e doğru yola çıktı. ABD'ye giriş vizesi ikinci kez reddedildiği için Genet Kanada sınırından geçerken Marseillaise şarkısını söyleyerek ve arkadaşı Jack Maglia'nın pasaportunu iki kez göstererek görevlinin dikkatini dağıttı. Daha sonra verdiği bir röportajda Genet, kuzey sınırından yasadışı yollarla geçmenin “çok kolay” olduğunu iddia etti. Buradan itibaren şair BBP ile iki ay sürecek seyahatlere başlayacak, konuşmalar yapacak ve fon toplayacaktı; bunun amacı çoğunlukla kıyıdaki üniversite kampüslerinde konuşmalar yaparak beyaz entelektüel solu Panterlerin tarafına çekmekti. Turunun son etkinliği New Haven'daki 1 Mayıs gösterileriydi. John Darnton, olayların yaşandığı gün New York Times'ta yayınlanan bir yazısında şöyle diyor: "Partinin genel danışmanı Charles R. Garry, Bay Genet ile Panterler arasındaki ilişkiyi şu şekilde tanımladı: "Onları idolleştiriyor. Onlar da onun bomba gibi olduğunu düşünüyorlar."

Genet'nin Amerika'daki kamusal etkinliklerinin en ünlüsü olan 1 Mayıs konuşması, Yale'in Eski Kampüsü'nün karşısındaki New Haven parkının çimenleri üzerinde toplanan yirmi beş bin kişilik bir kalabalığın önünde saat 16.00 sularında yapıldı. Alex Rackley cinayetine karıştığı iddiasıyla New Haven'da hapiste tutulan Panterlerin Ulusal Başkanı Bobby Seale'in serbest bırakılması için düzenlenen gösterilerin ilk günüydü. Genet metninin birkaç satırını Fransızca okuduktan sonra sözü Panterlerin Enformasyon Bakanı Elbert Howard'a verdi ve o da konuşmanın tamamını İngilizce olarak okudu. Olasılıksız bir ikili olan Genet, “Koca Adam” Howard'ın yanında özellikle küçük görünüyor olmalıydı. Angela Davis'e göre Genet'nin Panterlere yardım etmesinden çok etkilenen Los Angeles'taki bir zenci dükkan sahibi tarafından kendisine hediye edilen ceket, gömlek ve pantolonu giyiyordu. Bir gece önce göçmenlik bürosundan celp alan Genet'nin etkinliğe katılımı basına duyurulmadı. Aslında Genet konuşmasına “Birleşik Devletler'deki varlığımla ilgili bir açıklamayla başlamalıyım” diyerek başlar ve ülkeye “alışılmadık koşullarda” girmiş olmasına rağmen rahatsız edilmeden özgürce hareket ettiğini belirtir. Genet, kendi hareket özgürlüğü ile Panterlerin hareket özgürlüğü arasındaki farklara atıfta bulunarak, yaşam tarzının “bir devrimcinin değil, bir göçebeninki” olduğunu açıklar. Konuşmasının devamında bizzat tanık olduğu iki ırkçılık örneğini anlatır: Siyah yoldaşları baskıya maruz kalırken yetkililer onu görmezden gelmiştir. Konuşmanın en uzun bölümünde Genet, Amerika'da beyazlar ve Siyahlar arasında mümkün olduğuna inandığı yeni dayanışma biçimlerini ve bunların gerekliliği konusunda beyazları ikna etmenin zorluklarını tartışır. Genet ve Panter liderlerinin kolajlanmış resimleriyle süslenmiş orijinal broşürün buruşuk siyah beyaz fotokopilerinde Genet şöyle yazıyor:

Siyahlar ve beyazlar arasında 400 yıllık bir küçümseme uçurumu olduğu oldukça doğrudur. Beyazlar tarafında sözde bir üstünlük vardı, ancak beyazlar gözlemlendiklerinden şüphelenmiyorlardı, sessizce gözlemlendikleri doğrudur, ancak daha da yakından gözlemleniyorlardı. Bugün, Siyahlar bu sessiz gözlemden beyaz adam hakkında derin bir bilgi edinmişlerdir ve bunun tersi söz konusu değildir.

Bu nedenle Siyahları anlamak için çaba göstermek [entreprendre, orijinalinde “anlamak” olarak değiştirilmiş çeviri] beyazlara düşmektedir ve tekrar ediyorum, bu ancak Siyahlar ve beyazlar ortaklaşa -devrimciler olarak- siyasi bir eyleme karar verdiklerinde, ilişkilerin inceliği içinde yapılabilir.

Şimdiye kadar Siyahlar beyazlar arasında sadece iki ifade aracı bulabildiler: acımasız tahakküm ya da mesafeli, oldukça küçümseyici bir paternalizm. Başka bir yol bulunmalıdır.

Genet, yeni bir “ilişkilerde nitelik” önerisini açıklığa kavuştururken, beyaz radikallerin “devrimci bir eylemin ikamesi” olarak gördüğü “sembolleri ve sembolik jestleri ortadan kaldırmalarını” uzun uzadıya önermektedir. Bu düşünce, idealist ve materyalist yaklaşımların tipik dikotomisini içermez, ancak “kendini tanıdık örneklerle besleyen” bir eylem ile Genet'nin her zaman radikal bir şekilde yeni olarak tanımladığı, “yeni bir başlangıcın, yeni bir dünyanın tazeliği” ile dolu “geri dönüşü olmayan gücün gerçek eylemleri” arasındaki farkla ilgilidir. Bu tutum, Genet'nin 1950'lerden itibaren politik sanata yönelttiği eleştirilerle tutarlıdır; ona göre hiçbir şey geleneksel solun ikinci kez moda olan jestleri kadar iç karartıcı değildir. 1960'ta angaje tiyatro üzerine yazan Genet şöyle der: “Zamanımızın bazı şairleri kendilerini tuhaf bir işleme teslim ediyorlar: Halk, Özgürlük, Devrim, vs. üzerine şarkılar söylüyorlar ve bu şarkılar tam da söylendikleri anda parçalanıp soyut bir gökyüzüne çivileniyor ve orada grotesk takımyıldızların ıssız yıldızları olarak beliriyorlar.” Bu bağlam, Genet'nin 1 Mayıs Konuşması'nda “teatral ve beyhude gösterileri” kınamasını anlamlı kılar ve hem sanatta hem de politikada her zaman iyinin yanında görünme konusundaki o ünlü burjuva takıntısının sonuçlarını tam zamanında hatırlatır. Les Paravents'de Genet'nin Arap köylülerinden biri, “güneş altın yağmuruyla dünyalarına yağsa” bile, bir köşede küçük bir bok ya da çamur yığını bulundurmak ve onu korumak gerektiğini söyler. Bu küçük bok yığını, şairi ya da devrimciyi, insan eylem ve ilişkilerinin yeni ve belirsiz dünyası pahasına kendi umutsuz iyiliklerini sürdürmekten alıkoyan olumsuzluk lekesini temsil eder.

Fransa'daki Dreyfus Olayı ile Panterlerin yargılanması arasında paralellikler kuran Genet, 1 Mayıs Konuşması'nın sonuna yaklaşırken “beyazlar için kabul edilmesi zor” bir kelime olarak tanımladığı Amerikan faşizmini tartışır. Bu yorumlar, Amerika Birleşik Devletleri'nde otoriterliğin ve neo-faşist politikaların yükseldiği bir dönemde özellikle dikkat çekicidir. Bu gelişmeler ışığında, Genet'nin New Haven'daki şu sözlerine katılabiliriz: "Beyazlar özgürlükten korkuyor. Onlar için fazla sert bir içki." Gerçekten de Üçüncü Dünya siyasetinin önerdiği özgürlüğün ölçeği ve kendine özgü nitelikleri, on yıllardır beyaz Amerika'yı ilgisizleştirmekten ve hatta korkutmaktan geri kalmadı.

Belki de çok az ilericinin ABD'nin faşizan ve emperyalist bir ulus olarak hareket ettiğini inkar edeceği yeni bir döneme girmişken, bir zamanlar dünya ölçeğinde hayal edilen ırkçılık karşıtı projelere yeniden dönmenin mümkün olup olmadığını merak ediyorum. Panterlerin belirleyici jestlerinden biri, kendilerini diğer kıtalardaki diğer sömürgeleştirilmiş halklardan daha fazla ya da daha az boyun eğdirilmemiş, ancak aynı hayatta kalma ve mücadele biçimleriyle onlarla birleşmiş, içsel olarak sömürgeleştirilmiş özneler olarak anlamaktı. Genet'nin konuşması bizi Bandung ve Tricontinental döneminde öğrenilen dersleri ciddi bir şekilde düşünmeye ve Amerikalı radikallerin kendilerini dünya siyasetinin bir tür kozmolojik merkezi haline getirmek yerine, toplumsal yaşamı yeniden hayal etmek için devrimci Küresel Güney'e bakmaları gerektiği inancına geri dönmeye davet ediyor.

Genet son eylem çağrısında, beyaz entelektüellerden Bobby Seale'i desteklemek için “üniversitelerini terk etmek” anlamına gelse bile BPP'nin yönergelerini takip etmelerini istiyor. Radikal entelektüellere karşı daha da düşmanca davranmayı vaat eden durgunluk döneminde, bu firar çağrısı Genet'nin örneğinin çağrıştırdığı siyasi miras deneylerinin birçoğundan biridir. Hırsızın Günlüğü'nde anlattığı gibi, “başkalarını keşfetmek için tüm alışılmış yaşam nedenlerini yok etme” arzusu, bize entelektüel bağlılıklarımızda, “iyi öğrenci” tipi üniversite meritokratlarını varoluşsal olarak tehdit eden türden bir fesatlığı teşvik etmemizi hatırlatıyor. Ancak daha da önemlisi, Genet'nin 1 Mayıs Konuşması'nın bir soru biçiminde ortaya koyduğu deneydir, bugün bize ait olduğunu hissetmekten başka bir şey yapamayacağımız bir soru: Beyazlar, dayanışmanın güçlendirilmesi ve iktidarın terk edilmesi yoluyla ırkçılığı nasıl yok edecek ve sevgiyi nasıl kurtaracak?

yeniolaniyap.blogspot.com/2025

"Günümüzde yalanlara ve cehalete karşı durmak ve gerçeği yazmak isteyen herkesin en az beş zorluğun üstesinden gelmesi gerekir.
Her şeyin gerçeğe karşı olduğu bir ortamda gerçeği yazma cesaretine, her yerde gizlenmiş olan gerçeği ayırt etme keskinliğine, gerçeği bir silah gibi kullanabilme ustalığına, gerçeğin etkili olacağı elleri seçme sağduyusuna ve bu kişilerin arasında gerçeği yayabilecek kurnazlığa sahip olmalıdır.
Bunlar, faşizm altında yaşayan yazarlar için ürkütücü sorunlardır; ancak bu zorluklar, kaçmak zorunda kalan ya da sürgünde yaşayan yazarlar için de geçerlidir. Hatta sivil özgürlüklerin geçerli olduğu ülkelerde çalışan yazarlar için bile varlığını sürdürmektedir."

Gerçeği Yazmak-Beş Zorluk/Bertolt Brecht

web: yeniolaniyap.blogspot.com

“İnsanlığı genel olarak ne kadar çok seversem, tek tek insanları o kadar az seviyorum.”

—Dostoyevski

“İnsan hayattaki varolma amacını bulamadığı takdirde, kendini hazlarla cezalandırır.”

—Victor Frankl

"Çalışkanlık, bir kaçıştır; kişinin kendi kendini unutma isteğidir."

— Friedrich Nietzsche

“Herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık ya da sevgi arıyor gayretle...”

—Zygmunt Bauman

“Mülkiyet, devlet, efendiler, hükümet, yasalar, mahkemeler ve polis hakkında konuştuğumuzda, yalnızca bunların hiçbirini istemediğimizi söyleriz... Tutku, sabır ve inançla, bu korkunçluklarla bağdaşmayan bir toplumun peşinden gideriz.”
Luigi Galleani

Gelişmemiş, hasta bireyler gibi, hasta toplumlar da çözüme götürmeyen bazı davranışları tekrar edecek ve ortaya çıkan sonuçları komplo teorileriyle açıklayacak, kendilerine hiç sorumluluk almadan başkalarını suçlayacaktır. Ya da teslimiyetçi bir kadercilik anlayışına siğınacaktır.

DOĞAN CÜCELOĞLU

İslam, bugün yeryüzünde
bir numaralı sorundur.

Sorun, inancın kendisinden çok, o inancı mutlak otorite, sorgulanamaz yasa ve evrensel hakikat olarak dayatan zihniyettedir.

Yüzyıllardır farklı düşüneni hain ilan eden, sorgulayanı susturan, kadını ikinci sınıf insan gören, sanatı ve bilimi “tehlikeli” sayan bu anlayış; aklı zincire vurmuş, toplumsal ilerlemenin önünü kapatmıştır.
Tarih bunun bedelini defalarca göstermiştir: Abbasi döneminde Bağdat’ta bilimin ve felsefenin merkezi olan Beytü’l-Hikme, bağnazlık dalgası ile yok edilmiş; Osmanlı’nın son döneminde Batı bilimi ve teknolojisine yönelen aydınlar, “gavur icadı” kullandıkları için gericiliğin hedefi olmuştur. İran Devrimi’nden sonra kadınlar bir gecede kamusal hayattan dışlanmış, zorla başörtüsü dayatılmış, sanat ve edebiyat sansürlenmiştir. Taliban yönetiminde kız çocuklarının eğitimi yasaklanmış, müzik, tiyatro ve sinema yok edilmiştir. Dünyanın her köşesinde bu çağdışı ve baskıcı anlayışa karşı durmak; insan olduğunu iddia eden herkesin ahlaki görevidir, çünkü sessizlik zalimin en büyük müttefikidir. Bu dinciler, enerjilerini kadınların yaşamına müdahaleye, cinselliği denetlemeye, giyim-kuşamı yasaklarla belirlemeye harcadılar.
Oysa bu enerjiyi bilim, sanat, edebiyat ve felsefeye yöneltselerdi; insanlık bugün çok daha özgür, adil ve yaşanılır bir dünyada yaşıyor olurdu. Unutulmamalıdır ki toplumları ileriye taşıyan kutsal metinler değil; sorgulayan akıl, eleştirel düşünce ve özgür yaratıcılıktır. Din adına susturulan her ses, yarının karanlığını biraz daha derinleştirir.

Mahmut Uzun

instagram.com/p/DNQt46VtV6t/

"TRUMP KORİDORU!"...

Recep Maraşlı

8 Ağustos'ta Beyaz Saray'da Trump'in arabuluculuğunda Paşinyan ve Aliyev arasında, bir barış Deklarasyonu imzalandı. Bu deklarasyon Azerbaycan ile Nahcivan'ı Ermenistan üzerinden bağlayan serbest bir geçiş yolu sağlıyor. Böylece Nahcivan sınır kapısı ile Azerbaycan ile Türkiye arasında da doğrudan bir ulaşım sağlanmış olacak.
Böyle bir koridorun açılması 1. Karabağ savaşının ateşkes anlaşmasında vardı. Fakat karşılığında Karabağ ile Ermenistan arasında da Şuşa koridoru açık tutulacaktı. Azerbaycan daha ateş-kes anlaşmasının mürekkebi kurumadan bu yolu bir yıl bloke ederek Artsakh halkına izolasyon uyguladı. Sonra da Artsakh'ı tamamen işgal etti. Onbinlerce insan binlerce yıllık anavatanlarını terk ederek göç yollarına düştü.
Azerbaycan tüm bu kazanımları Türkiye'nin aktif askeri ve lojistik yardımları, Suriye ve Pakistan'dan taşınan cihatçı çeteler ve nihayet İsrail'in silah teknoloji yardımları ile garantör olmasına rağmen Rusya'nın olup biteni keyifle izlemesi sayesinde elde etmişti. Fransa ve İran'dan gelen zayıf bir iki itiraz dışında hiçbir dış desteğe sahip olmayan, zayıf durumdaki Ermenistan hükümeti için mevcut durumu kabullenen bir reel politik içine çekilmekten başka bir yol kalmamış gibiydi.
Buradan güç alan Azerbaycan, yalnızca tek taraflı olarak Zengezur Koridoru'nu neredeyse Ermenistan'dan toprak ilhakı biçiminde dayatmanın yanı sıra, bölgeyi tamamen işgal etme tehditlerine girişmişti.
Washington'da varılan anlaşma Azerbaycan ve Ermenistan yönetimlerinin uzlaşamadıkları bu koridorun yapım, işletim ve güvenliğinin ABD'nin tam denetimine verilmesiyle çözülmüş görünüyor. Bu koridorun söz sahibi ve gelirlerindeki %40'lık aslan payı 99 yıllığına ABD'ye bırakılıyor.
Bu anlaşmazlığın çözümünün, Azerbaycan ve Ermenistan arasında kalıcı bir barış anlaşması yolunda önemli bir engeli kaldırmaklma birlikte henüz NİHAİ BİR BARIŞ anlamına gelmiyor.
Fakat şimdiden diyebiliriz ki "Turan Koridoru" olması umulan yolun "Trump Koridoru" olması, ABD'nin Güney Kafkasya'da ilk kez STARATEJİK BİR AVANTAJ sağlaması demek. Hem İran'ın tam tepesinde, hem de Rusya'nın ayağının dibinde bir üs!... Şimdilik stratejik geri çekilme içinde Rusya ve İran'ın (dolayısıyla blokaja uğraması muhtemel Çin'in) ilerde karşı hamleleri olabileceğini düşünebiliriz.
Bu sonucun Türkiye'nin de umduğu gibi olmaması nedeniyle canını sıktığını söyleyebiliriz.
Ermenistan yönetimi, ABD'yi doğrudan aktif bir taraf haline getirerek Rusya'ya, Azerbaycan-Türkiye ittifakına karşı onların da itiriza edemeyecekleri bir karşı ağırlık oluşturmuş oluyor.
Ne varki bütün bunlar Güney Kafkasya'daki anlaşmazlık ve çatışma konularının tamamen çözülmesi anlamına gelmiyor. Çünkü bunların hepsi Ermenistan'ın ekonomik, siyasi ve askeri olarak hırpalanmış, küçük, güçsüz bir devlet olarak yalnızlaştırılması sonucunda kendisine dayatılan bir REEL POLİTİK durumdur. Adil ve kalıcı o6lmaktan uzaktır.
Öncelikle Ermenistan hükümetinin Artsakh sorunu ve Soykırım ile ilgili taleplerinden geri çekilmesi, ne Azerbaycan'ın ne de TC'nin dostluğunu garanti etmeyecektir. Aksine bu durum, Ermenistan'ı daha çok sıkıştırmak her istediklerini yaptırmak için cesaretlenmesi demektir.
Azerbaycan toplumunu yakından tanımıyorum ama Aliyev gibi bir diktatör yönetiminden memnunluklarına, tüm bu çatışmalar boyunca gösterdikleri ırkçı-şövenist tutumlarına bakılırsa neredeyse hiçbir beklentim yok.
Türkiye'de ise iktidarların ırkçı-şöven yaklaşımları ve geniş bir sosyal tabana sahip olmasına karşın gerek sol, demokrat çevrelerde, gerekse Kürt ulusal demokratik hareketindeki iç dinamikler bakımından yakın vadede olmasa bile orta ve uzun vadede iyimser olduğumu söyleyebilirim.
Artsakh-Karabağ'ın tarihten gelen Özerk Yönetim hakları var. Azerbaycan bu hakları kendi "bağımsızlığını" ilan ettiğinden beri gasp etme derdinde. Şu andaki fiili işgali, Artsakh'ın tamamen insansızlaşmış olması, Bakü'de tutulan rehineler, savaş esirleri; mülteciler gibi konular olduğu gibi duruyor.
Savaş ve şiddet bahanelerinin ortadan kaldırılmış olması, siyasi ve insanı konulara ADİL, EŞİTLİKÇİ, DEMOKRATİK çözümler sağlanması için bir fırsat zemini olarak mı kullanılacak; yoksa ikinci bir hesaplaşmaya kadar zaman kollamak için mi?
Trump'in siyasi sorunlara "TİCARİ, YATIRIMCI" çözümler bulması da galiba bu dönemin karakteristik özelliklerinden biri olacak.

Nasıl ki dinler "Tanrı korkusuna gerek duyar" veya bunun varolduğunu farzederlerse, diktatör Devlet de gerekli korku ortamıni yaratmayı aynı ölçüde önemser.

Carl Gustav Jung

İstanbullu Ermeni Kadın Yazarlar Dizisi: Sırpuhi, Mayda ve diğer kadınlar

Talin Çamiçyan

Aras Yayıncılık’tan “Mayda”: Osmanlı’nın ilk Ermeni kadın romancısından, “mansplaining” öncesi feminist manifesto! Erkek entelektüellerin bolca eleştirdiği, kadınların özgürlük mücadelesini cesurca işleyen kitap, “İstanbullu Ermeni Kadın Yazarlar Dizisi”nin ilk kitabı olarak yayımlandı.

“Yüreğinin ve aklının sana söylediği şekilde yaşama, muhakemene göre yargılama cesaretin oldu mu! Hayır. Kocan rehberin, önyargılar ise okulundu. Şimdi ise koruyucundan mahrum kaldığın için eleştiri, kıskançlık ve adaletsizliğe maruz kalıyorsun. Toplum kanaati denen, içinde yalan ve riyakarlığın gizlendiği o üç başlı canavara karşı koyamayacak kadar korktuğunu biliyorum.  İçine gömüldüğün yalnızlığı bir kenara bırak ve tüm dünyaya eylemlerin ve aklınla özgür bir kadın olduğunu, şerefine düşkün olduğun kadar saygı görmeyi de hak ettiğini göster. 

Sen, Mayda, toplumdaki adaletsizlikten şikayet ediyorsun. Ama sevmek için yüreğin, düşünmek için aklın ve harekete geçmek için iraden var. Öyleyse neden yalnızca şikayet ediyorsun? Özgürsün, o halde harekete geç! Hür ve çalışan insan hiçbir şeye muhtaç değildir. Eylemlerinin de talihinin de sahibi sensin. Sen bir gölge değil şahsiyetsin; bir yankı değil sessin. Yeni başlayan günü müjdeleyen şafaksın. Hayır, asla bir zavallı değilsin.”

Sira Hanım’ın Mayda’ya yazdığı bu satırlar, 1883’ten. İyi bir hayatı olan “Mayda”nın kocası öldükten sonra bir kız çocuğuyla “dul kadın olarak ortada kalması” ve bu yeni hayatla ne yapacağını bilememişini anlattığı mektubundan sonra Sira Hanım, o gün için belki de çok ileri cevap veriyor: Ayağa kalk, kadın olarak, hayatını kur! Sen zavallı değilsin!

Hep erkekler bilir!

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk Ermeni kadın romancı ve aynı zamanda Ermeni entelektüel Sırpuhi Düsap, ana karakteriyle aynı ismi taşıyan ilk kitabı “Mayda”da bu satırları yazarken kuşkusuz, o günlerde toplum baskısında ezilen, değer verilmeyen, yok sayılan Ermeni kadınlara yol gösterme, kendi hayatına sahip çıkmaya yönlendirme amacı taşıyordu. Ve tam da bu yüzden zamanın Ermeni entelektüellerin dünyasına küçük çaplı bir bomba olarak düştü. Elbet, erkek entelektüeller. 

O zamanlar “mansplaning” kelimesi henüz ortaya çıkmamıştı ama Düsap’ın “Mayda” kitabı düpedüz mansplaning’e uğradı. Ermeni erkek yazarlar, en azından bir kısmı, Krikor Zohrap, Arpiar Arpiaryan ve Hagop Baronyan gibi Batı Ermenice edebiyatının parlak çocukları tarafından eleştiri yağmuruna tutuldu. Ermeni toplumdaki kadının ev sınırları içindeki kutsallığıyla bağdaştırılmış ataerkil esasları sarstığı gerekçesiyle, Düsap’ın edebi kimliğine ve eserlerine saldırdılar. Batının etkisinde kalışından frankafonluğuna, kadın olarak eline kalem alma teşebbüsünden romanlarındaki zayıflıklara birçok şey yazılır çizilir.  Çünkü kadınların özgürlüğü, çalışma ve sevme hakkı gibi zamanın “skandal” bazı fikirlerini savunur. Zohrap, Düsap hakkında yazdığı bir makalede “Kadınları zincirsiz köleler ve erkeklerin sessiz kurbanları olarak sunmak kesinlikle doğru değildir çünkü kadınların haklarını ve varoluşsal koşullarını yalnızca kadınların doğası belirler” yazarak,  Ermeni kadın edebiyatının başlangıcı Sırpuhi Düsap’a “ders”ini verir. Ermenice edebiyatın Moliere’i sayılan Hagop Baronyan ise çıtayı yükseltir. “Mayda”nın aşırı duygusallığı ile alay etmek için hiciv bir oyun yazar: Mayda harfleriyle oynayarak adını “Aydam” koyar. Baronyan, “Mayda”yla dalga geçmek için yazdığı oyunla Düsap’ı yazar olmaya çalıştığı için eleştirir, dönemini yansıtacak gerçekçi bir eser yazma konusunda da “eğitmeye” çalışır. 

Erkeklerden öğrenmem, inandığımı yaparım

Neyse ki Sirpuhi Düsap, herkesten fazla ne yaptığını biliyordu. “Mayda”nın önsözünde, son derece samimiyetle, son derece kadın gibi, son derece cesurca şunu yazıyordu: “Eserim mükemmellikten yoksunsa okurlarımın affına sığınırım. Ancak şu bir gerçek ki, vicdana dayalı cesur bir hakikat duygusuyla kaleme alınmış olması, bu eserin hiç şüphesiz en kıymetli yönüdür. Kimilerini inciteceğimi, kimilerinin güceneceğini ve pek çok insanın gözünde cüretkar bulunacağını biliyorum. Ancak kalem yalnızca hakikatin açığa çıkmasına hizmet etmelidir.”
Düsap, yazdığını yapıyor da. Çok sayıda makale yanında “Mayda”dan sonra iki roman daha yazıyor. 1884’te “Siranuş” ve 1887’de “Araksiya gam varjuhin/Araksiya ve Mürebbiye”.  Bu romanlarda kadın karakterleri merkeze alarak Ermeni toplumundaki ataerkil yapıyı sorguluyor, kadınların özgürlüğünü ve birey olma mücadelesini edebi zemine taşıyor. Bunu da klasik Ermeniceye karşı modern dili savunan edebiyatçılar arasında durarak yapıyor. 

Sırpuhi’den Maral’a, Nare’ye

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk Ermeni kadın romancının yazdığı ilk feminist roman olarak “Mayda”nın, Aras Yayıncılık’ın “İstanbullu Ermeni Kadın Yazarlar Dizisi”nin ilk kitabı olarak çıkması elbette tesadüf değil. Maral Aktokmakyan’ın çevirisi ve 1841-1901 yılları arasında bu dünyadan geçen, geçerken de hem o gün hem de bugün tüm kadınlara ilham olan Sırpuhi Düsap’a bambaşka bakmamıza sebep olan derinlikli makalesi, kitabı ve diziyi daha lezzetli kılıyor. 
Aktokmakyan’ın yazısından alıntılayarak bitirelim: “Eril ‘entelektüel’ velveleye rağmen Mayda’nın bir gecede başarıya ulaştığı ve yayımlanmasının hemen ardından ‘yüksek fiyatına rağmen tükenip yutarcasına okunduğu’ söylenir.”

Üzerinden yüzyıldan fazla geçmiş ama aynı heyecan bugün de genç Ermeni kadınlar arasında yaşanıyor. 18 yaşındaki Nare, kitabın geleceğini duyunca, “Ah çok sevindim, kaç zamandır bu kitabı bekliyoruz” diyor. İyi okumalar Nare!

agos.com.tr/tr/yazi/35406/ista

Şimdi bu varlığa, hiçbir hayal gücünün, en cesur fantezinin uçuşunun, dikkatle adanmış hiçbir kalbin, ne kadar derin olursa olsun hiçbir soyut düşüncenin, kendinden geçmiş ve taşınmış hiçbir ruhun erişemediği şeyi her zaman tanımlayan o meşhur ismi verme hakkına sahibiz: Tanrı. Ancak bu temel birlik geçmişe aittir; artık öyle değildir. Varlığını değiştirerek kendini tamamen ve bütünüyle parçalamıştır. Tanrı öldü ve onun ölümü dünyanın yaşamı oldu.

Philipp Mainländer

Sendikalara dair söylem ve gerçek!

Fikret Başkaya

Varlığını ‘terörle mücadele’ retoriğine borçlu bir rejim!
Yazının başlığı “sendikalar aslında kimin örgütü veya sendikaları sendikacılardan kurtarmak” da olabilirdi… Maalesef bu dünyada reel bir karşılığı olmayan şeylerin varlığına inanmak oldukça yaygın bir saplantıdır… Eğer sendikalar adına layık örgütler olsalardı, açlık sınırının altında işçi ücreti olur muydu? Gelir dağılımı adaletsizliği skandal boyutlara ulaşır mıydı? Demokrasi standartları yerlerde sürünür müydü?

1923-1947 aralığında Türkiye’de sendika (dernek) kurmak yasaktı. Emperyalistler arası savaş sonrasında Türkiye’nin egemenleri “Küçük Amerika olma” tercihi yaptı. 1947 yılında Cemiyetler Kanununda bir değişiklik yapılarak sendika kurmanın önü açıldı. Birçok işkolunda çok sayıda sendika kuruldu, fakat grev ve toplu iş sözleşmesi hakları yoktu. İçi boş kabuktular… 1952 yılında Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kurulmasına izin verildi. Sendika yöneticileri ABD tedrisatından geçirildiler… 1963 yılında dönemin azınlık hükümetinin çalışma bakanı Bülent Ecevit işçilere grev ve toplu iş sözleşmesi, patronlara da lokavt hakkını tanıdı. 1967 yılında Türk-İş Konfederasyonundan ayrılan sendikalar, Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonunu ‘DİSK’i kurdular. 12 Eylül NATO’cu, Amerikancı askeri darbe DİSK’i yasakladı, yöneticileri hapse atıldı. Tabii Kutsal Devletin ve sermayenin has örgütü olan TÜRK-İŞ’e dokunulmayacaktı… Üstelik TÜRK-İŞ’in genel sekreteri Sadık Şide askeri cunta hükümetinin çalışma bakanı yapıldı… Daha sonra kurulan HAK-İŞ ve Memur-Sen Konfederasyonları da sermayenin, devletin ve AKP’nin has örgütüdür…

Elbette gerçek sendika, tanıma uygun sendikalar ve sendikacılar da var ama onlar istisnadır. Devede kulak bile değildir… Malûm, ‘istisnalar kuralı doğrulmak içindir’ denmiştir… Sendikal örgütler bidayetten itibaren bürokratik yozlaşmayla malûldü… Rosa Luxemburg, “Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür” demişti… Aslında bizde sendikalar profesyonel sendikacıların, dolayısıyla sermayenin ve devletin örgütleridir… Sendikacılık bir meslektir… Sendikacılar asla direniş, grev istemezler, hak mücadelesi yapmak istemezler… Grev durumunda sendika fonlarının erimesini istemezler… Hayat standartları müsteşar-milletvekili maaşlarının üstündedir… Ortalama işçi ücretinin 20-25 katı maaş alanları vardır… Fakat hepsi o kadar değil, sendika fonlarını da kullanma yolu açıktır. Lüks makam araçları ve sürücüleri vardır… Dolayısıyla gelirleri sadece aldıkları ücretten ibaret değildir… Sözde asgari ücret pazarlığı yapanların aslında kimler olduğu, neyin pazarlığını yaptıklarının sorun edilmesi gerekmiyor mu? Siz hiç bu güne kadar ‘TÜRK-İŞ Konfedarasyonu’ başkanlarının veya bağımlı sendika yöneticilerinin insanî-toplum sorununa dair bir çift söz söylediğini duydunuz mu?

Check-off sistemi de (sendika aidatlarının işveren tarafından kaynağından kesilerek, ilgili sendikaya aktarılması) işçilerin örgütlerine yabancılaşmasını kolaylaştırıyor. Aidatlar devlet tarafından ücretten kesilip sendika bürokratlarına sunuluyor… Doğru hatırlıyorsam memur sendikalarının aidatları devlet tarafından ödeniyor… Aidatları devlet tarafından ödenen bir sendika olur mu? Boşuna “finanse eden yönetir” denmemiştir…

Bu yoz örgütlerin aslında neyin-kimin hizmetinde oldukları neden sorun edilmiyor, teşhir edilmiyor. Sendikalardaki yozlaşmanın başlıca nedeni profesyonelliktir. Herhangi bir işçi örgütüne [ve sol örgüte] profesyonellik musallat olduğunda, örgüte öldürücü bürokrasi virüsü de nüfûz etmiş demektir. Mesleği sendikacılık olan biri için asıl kaygı, kendi konumunu, statüsünü ve çıkarlarını güvence altına almaktır… Sendika büyüdükçe bürokrasinin gücü de artar.

Marx, Paris Komünü’yle ilgili bir yazıda, sendikalardaki bürokratik yozlaşmaya karşı iki önlem önermişti: İşçi örgütünde profesyonel olarak çalışanlara kalifiye bir işçinin ücretinden fazla ücret ödememek ve sendika yöneticilerinin iki seferden fazla görev yapmasına izin vermemek, rotasyon yoluyla bürokratik bir kastın oluşmasını önlemek… Bugünün dünyasında bu önlemlerden birincisinin etkinliği tartışmalıdır. Zira o dönemde ortalama işçi ücretleri sefalet ücretleriydi, bugünkü seviyelerin çok altındaydı. İkincisi, sendika yöneticilerinin geliri sadece aldıkları ücretten ibaret değildir. Sendikanın kaynaklarını ‘kolektif’ olarak tasarruf etme yolu da açık olduğu için, hayat standartları sıradan işçiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Sendika fonlarını kolektif olarak kullanarak reel gelirlerini yükseltmenin yolunu buluyorlar. İkinci önlem daha etkili gibi görünse de bir başına bürokratik yozlaşmayı önlemenin garantisi değildir.

Türkiye’de 30-40 yıl sendikacılık yapanlar var. TÜRK-İŞ başkanı Ergun Atalay 43 yıllık sendika yöneticisi ve o bir istisna değil… Bizde sol kesim sendikalardaki yozlaşmayı hiçbir zaman sorun etmedi. “En kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir” safsatası geçerliydi… Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma aritmetik ortalaması 17 yıl 3 aydı… Fakat bu durum sadece sendikacılar için geçerli değil… 25-30 yıl millet vekilliği, oda, dernek başkanlığı yapanlar var. Belediye başkanlığı da sayılırsa, R. Tayyip Erdoğan 27 yıldır yönetiyor… İşte size “Türk demokrasisinin” manzarası… Bu sefil durum da sınıf mücadelesi zaafının, demokrasi bilinci zaafının sonucu…

Siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye bir rejim demokrasi olmuyor… Geride kalan dönemde rejim, “kazanılmış haklar” temelinde değil, “bahşedilmiş haklar” temeli üzerinde yol aldı…Ama artık yol alamıyor… Tam bir seçim ve temsil yanılsaması söz konusu…Hiçbir zaman seçilenler seçenleri temsil etmedi… Onlar kimi temsil edeceklerini iyi biliyor…

Siyaset yapma tarzı da dahil artık her şeyin radikal değişikliğe uğratılması gereken zaman gelip çattı… Artık hiçbir şey eskisi değil ve olmayacak… Bu aracın bu rotada yol alması mümkün değil… Türkiye tam bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda… Emekçi halk çoğunluğu sahayı inip, gereğini yapmadıkça, çöküş derinleşmeye, işler sarpa sarmaya devam edecek… Artık “sayın seyirciliğin” sonu gelmiş olmalıdır…

Geride kalan dönemde bu ülkenin tüm zenginliğini üreten ama ürettiğinden yeterli payı alamayan emekçi halk sınıflarının sürece bilinçli müdahale etmesine, şeylerin seyrini değiştirmesine bir engel yok… İnsan irade sahibi bir yaratık olduğuna göre…

yeniyasamgazetesi9.com/sendika

Türk ırkçılığı,Kimlik mi, Kurgu mu?

Medeni Sönmez

Bugün Türkçülük denince akla ne geliyor? Bir millete aidiyet duygusu mu, bir tarihî miras mı, yoksa ustaca inşa edilmiş bir kimlik mühendisliği projesi mi? Eğer gözümüzü gerçeklere çevirecek cesaretimiz varsa, Türkçülüğün kendi doğal mecrasında doğmadığını, aksine yönlendirilmiş bir fikir olduğunu görmemiz gerekir. Çünkü bu coğrafyada kimlikler tarih boyunca hep masa başında şekillendirilmiştir — çoğu zaman da Türk’ün bilgisi ve iradesi dışında.

Osmanlı İmparatorluğu'nda “Türk” olmak, uzun yıllar boyunca horlanan, aşağılanan bir sıfattı. Osmanlı elitleri kendilerini “Osmanlı” veya “İslam ümmeti” kimliğiyle tanımlarken, "Türk" ifadesi köylü, etra-ı Merkep, cahil, hatta kaba saba anlamına geliyordu. Yani bugünün “millî” ifadesi, dünün aşağılayıcı etiketiydi.

İşte bu aşağılama ortamında birden bire “Türk milleti” yüceltilmeye, “Türk tarihi” yüceltici dille yazılmaya başlandı. Peki ne oldu da bir asır boyunca hor görülen bu kimlik bir anda imparatorluk projesinin merkezine oturtuldu?

Burada tarih sahnesine Yahudi asıllı Fransız yazar Leon Cahun giriyor. 1869 yılında yazdığı Introduction à l'histoire de l'Asie (Asya Tarihine Giriş) kitabında, Türkleri ve Moğolları, batıya medeniyet taşıyan büyük bir ırk olarak tanımlar. Bu fikirler, özellikle 1870’lerden itibaren Osmanlı aydınlarını etkisi altına alır. En çok da Jön Türkleri.

Tesadüf mü? Zamanlama manidar.

Jön Türk hareketi, II. Abdülhamid’e karşı Batılılaşma, anayasa ve “millet” temelli bir yapı kurmak isteyen aydınlardan oluşuyordu. Ancak dikkat çekici olan, bu hareketin içinde dönemin Mason localarına ve özellikle Selanik'teki Yahudi dönmelerine (Sabetaycılar) yakın isimlerin etkin oluşuydu. Nitekim İttihat ve Terakki kadroları, bu fikirlerle yoğrulmuş bir zihniyetle Osmanlı’nın sonunu hazırlarken, yeni bir millet kurgusunun da temellerini atıyordu: Türk milleti.

Ancak bu “millet”, tarihî bağları ve doğal evrimiyle değil, Avrupa’daki ulus-devlet projelerinin ve Siyonist fikirlerin modellemesiyle oluşturulmuş bir yapıydı. Yani Türkçülük, içeriden değil, dışarıdan teşvik edilen bir ideolojik kurgu olarak sahneye sürüldü.

Ziya Gökalp, bu kurguya akademik ve sistematik bir omurga kazandıran kişidir. Türkçülüğün Esasları kitabında, Türk milletinin tanımını yaparken din, soy ya da coğrafyadan çok, kültürel birliktelik ve tarihsel misyon vurgusu öne çıkar. Bu yaklaşım, elbette kendi içinde tutarlı olabilir. Ancak Gökalp’in kaynak aldığı isimler ve düşünce çizgisi dikkatle incelendiğinde, Türkçülüğün Fransız pozitivizmi ve Avrupa merkezli “kurgusal millet” teorileriyle yoğrulduğu açıkça görülür.

Mustafa Kemal Atatürk de, bu fikirleri takip etmiş, Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi projelerle Türk kimliğini tarih öncesine kadar geri götürmeye çalışmıştır. Ancak bu teoriler de Batı'dan ithal yöntemlerle hazırlanmış, masa başı akademisyenlerce oluşturulmuş tezlerdi. Bugün bile akademik geçerliliği sorgulanan bu projeler, dönemin ulus-devlet paradigmasına uyum sağlamak için yapılmıştır.

Cemil Meriç, bu noktada uyarısını yapar: “Türkçülük, Türk ırkçılığının Kur’an’ıdır.” Bu söz, hem bir eleştiridir, hem de bir teşhistir. Çünkü kimlikler, eğer tarihsel hakikatin değil, ideolojik laboratuvarların ürünü olursa, milletin kendisi bir fikri deney faresi olur.

Siyonizmin 19. yüzyılda yükselişe geçmesiyle eş zamanlı olarak milliyetçiliğin Arap coğrafyasında, İran’da, Balkanlar'da ve Anadolu’da sistemli şekilde pompalanması, tesadüf değildir. Yahudi tarih anlatısı, “seçilmiş halk” fikrini merkezine koyarken, aynı yüzyılda Türkler için de “medeniyetin taşıyıcısı” olduğu söylemi yaygınlaştırılmıştır. Arka planda bir tür karşılıklı kimlik inşası vardır.

Bugün geldiğimiz noktada ise, bu tür kimlik projelerinin bölgeyi ne hale getirdiği ortadadır. Milliyetçilik üzerinden çizilen sınırlar, parçalanan halklar, birbirine düşman edilen kardeş topluluklar…

Türkçülük, Türk milletinin gerçek köklerinden gelen bir refleks değil; yönlendirilmiş, kurguya dayalı ve başka güçlerin elinde şekillenmiş bir kimlik kalıbıdır. Elbette bu ülkeyi seven, kültürüne sahip çıkan her birey için “Türk” kimliği kıymetlidir. Ama mesele, bu kimliğin nasıl, kimler tarafından ve hangi amaçla inşa edildiğidir. Sorgulamadan sahip çıkılan her şey, zamanla sahibini yutar.

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.