Show newer

🇹🇷 🤝 🇬🇷
İKİ MİLLET
0 DEVLET

Ofansif mizah avaneleri sürekli hangi konularda espri yapabileceklerinin listesini istiyor. Ben bu konuların listesini hazırlıyorum. Tamamlayıncaya kadar lütfen espri yapmayın.

Bu halktaki kural tanımazlık eskiden beni hayrete düşürürdü ancak zamanla alıştım. Kimse hiçbir kuralı ve/veya yasayı umursamıyor. Kendi bildikleri bunların üstünde çünkü.

Herkesin ayrıcalık beklemesi de ayrı bir mesele. Diğerlerini süründürecek bir yasa olsun ama kendilerine işlemesin istiyor herkes. Anlaması gerçekten güç.

Hukukçu olmayan birileri herhangi bir yasadan bahsettiğinde gözlerim doluyor. Hele bunu "Yasak kardeşim." motivasyonuyla yapmıyorsa çok hoşuma gidiyor.

İyi insanlarla bir arada olmak çok kıymetli. Bugün yaşadıklarımdan sonra bir kez daha anladım bunu.

Cumadan beri üzerimde bir kırgınlık vardı. Zaten bu ara salgın var. Bugün de durumum iyice ağırlaşmıştı. Gözlerimin dibindeki ağrı öyle bir hale gelmişti ki Parol almak zorunda kaldım. Aslında mevsimsel gribi ayakta atlatıyorum. Bu zamana kadar çok bile dayandım sayılır.

Beraber çalıştığım kadın hasta olduğumu öğrendiğinde nane limon yaptırmayı önerdi. Bar ve restoran müdürü, genel müdürün izni olmasına rağmen, bana herhangi bir şey vermiyordu. Ancak bu kadına çeşitli jestler yapıyordu. Israrları sonucu beraber bara indik ve bir demlik nane limon aldık. Yanında da bir yeşil elma hediye etti bana. Daha sonra kendime dikkat etmemi salık verdi. Kendisi de yeni iyileştiği için tekrar hastalanmaktan korkuyordu.

Bu olayları anlatırken bile nazar değecek diye ödüm kopuyor. Çok şükür aramız iyi. Bazen anlamsız çıkışları oluyor ama yine aramızı iyi tutuyoruz. Aman nazar değmesin!

Bir espriyi açıklayacağıma teröristlerin elinde esir olmayı yeğlerim.

Ukraynalı transseksüel kadınları küresel ısınmadan korumak için maske takın.

Göztepe ile Altay arasında oynanan Birinci Lig karşılaşmasında yaşanan şiddet olayları bir kez daha Passolig denen iletin yalnızca milleti fişlemeye yaradığını gösterdi. Özel güvenlik ve polis statları holiganlara karşı korumaya yetmiyor. Sporda şiddete karşı çıkarılan yasalar da kâr etmiyor.

Bundan sonra alınacak en akılcı yaptırım her iki takımın da bu haftadan itibaren ligden düşürülmesi olur. Kulüpler ve şahısları birbirinden ayırmak gerekiyor fakat bir kulüp bu yönde hiçbir adım atmıyorsa en ağır cezaları hak ediyor demektir. Hem bu lig İzmir takımı olmadan da oynanabilir.

Yaşananlardan dolayı çok öfkeliyim. Son yıllarda bu türden olaylar birkaç defa tekrar edince affı olmuyor haliyle. Artık cezalar daha sert ve yıldırıcı hatta can yakıcı olmalı. Ancak hiçbir şey yapılmayacağından neredeyse eminim.

Son günlerde Ukrayna'ya yönelik giderek artan füze saldırıları canımı yakıyor. Ukrayna'nın elektrik ve su hatları doğrudan hedef alınıyor. Burada amaç Ukraynalıları silahla değil Holodomor benzeri bir açlıkla öldürmektir.

Sadece bununla bağlantılı değil ama özellikle Rusya'ya yakın ülkelerde Rus nefretinin arttığını gözlemliyorum. Rusya Federasyonu'nun tüm organizasyonlardan men edilmesi ve bu ülkeye yönelik tüm yaptırımlar doğrudur. Keşke ABD de Vietnam, Küba, Afganistan ve Irak'ı işgale kalkıştığında buna benzer ambargoyla karşı karşıya kalsaydı. Yine de tüm bu şiddetin sorumlusu Ruslar değil Rusya'dır.

Bundan daha büyük bir akıl tutulması var. Şeriatla yönetilen bir ülkede insan hakları ihlalleri yaşandığında İslamcılar hemen bunu savunmaya geçiyor. İran'da yaşananlar bunun bir örneğiydi. Bu savunudan daha acı olansa bu kişilerin İslamofobi diye bir zırvaya sığınmaları. Yani bu meselerden şikayet edenler aslında İslam düşmanıymış.

Kimse bir dinin kurallarına göre yaşamak zorunda değil. Ben gökten indiği sanılan dogmalara inanmıyorum. Dolayısıyla hayatımı bunlara göre düzenleyemem. Varoluşum da bu dogmalarla anlam kazanmak zorunda değil.

AKP, ilk iktidara geldiğinden 2010'lu yılların ortalarına kadar, kökeni dışarıda olan oluşumlardan aldığı destekle, halkın Atatürk'ü sevmediği hatta Atatürk'ten nefret ettiği, devrimlerin tepeden inme olduğu ve halkta karşılık bulamadığı yönünde bir algı çalışması yürütüyordu. Daha sonra yalandan da olsa Atatürk'e sarılmaya başladılar. Fakat hâlâ bilmedikleri şey şuydu; Atatürk bir kültürdür.

Bazen kendimi Ay'ın öteki yüzündeymiş gibi hissediyorum. Ne kadar bağırsam da sesimi kimse duymaz, duyamaz, duysa bile aldırış etmez gibime geliyor. Aslında böyle hissettiğimde durumum Apollo 11 görevi sırasında Ay'ın karanlık yüzüne geçip tüm iletişimi kaybeden Michael Collins nam zat astronottan daha kötü çünkü ben henüz Dünya'dayım.

Herkesin gereksiz şeyler yüzünden birbirine kinlendiği, birbirinden nefret ettiği bir dünyayı kabullenemiyorum. Kalbim bu kadar öfkeyi kaldıramaz. Bu yazıyı okuyan veya okumayan kişilerden tek bir ricam var. Ben sizden nefret etmiyorum. Siz de benden nefret etmeyin, olur mu?

Madem bugün Öğretmenler Günü, o halde uzun süre önce yazdığım bir yazıyı paylaşayım. Atanamayan öğretmenleri ele alacağım bu yazımda. Kimileri (buna Milli Eğitim Bakanlığı da dahil) bu kişilerin öğretmen olmadığını düşünüyor. Onlara sormak istediğim tek soru Eğitim Fakültesi'nden mezun olan birine ne deneceğidir. Baş harfinin Ö olduğu söyleyerek bir ipucu da vermiş olayım. "Önce KPSS'ye gir." diye bir karşılık almam pek muhtemel burada.

Birinin öğretmen olabilmesi için önce KPSS'ye girip yeterli puanı alması ve mülakattan geçmesi gerek. Bunları başardıktan sonra unvanı aday öğretmen oluyor. Bir yıl kadar müdür yardımcına bağlı çalıştıktan sonra adaylığın kaldırılması için bir sınava girmeli. O sınavı da geçtikten sonra üç yıl kadar sözleşmeli öğretmen sıfatıyla çalışıp kadro alınabilir. Yeni çıkan 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu uyarınca bu aşamadan sonra da bir hiyerarşi var. Uzman öğretmen veya başöğretmen gibi unvanları almak da mümkün artık.

Öğretmenliğin farklı görünümleri olan ücretli öğretmenlik, özel okul öğretmenliği ve dershane öğretmenliğinden daha önce bahsetmiştim. O yüzden bunlara bu yazımda değinmeyeceğim ve sözü fazla uzatmadan başlayacağım.

Fedai Altun, 83 puanla KPSS 888'incisi olmuştu. Ordu Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Eğitimi Bölümü mezunuydu. 23 yaşındaydı ve iki yıldır atama bekliyordu. Malatya'da inşaatta çalışıyordu. Nişan yüzüğü almak istiyordu. Elektriği kesmeden boya badana yaptırdıkları için 11 Kasım 2021 tarihinde iş cinayetine kurban gitti.

İnan Avşar, Ankara'nın Batıkent semtindeki özel bir okulda matematik öğretmenliği yapıyordu. Özel okullardaki sömürü düzeni başta olmak üzere hayatındaki tüm olumsuzluklara sayıp sövdüğü bir video çektikten sonra 18 Şubat 2020'de intihar etti.

Ersin Turhan, Binali Yıldırım Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü mezunuydu. 32 yaşındaydı. Aslen Pertekliydi. 17 Ekim 2018'de İstanbul'da Gazi Kent Ormanı'nda kendini asarak intihar etti. Cebinden on lira çıkmıştı.

Merve Çavdar, Adana'da yaşayan bir sosyal bilgiler öğretmeniydi. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi'nden 2014'te mezun olmuştu. 25 yaşındaydı. 17 Nisan 2018 tarihinde iş aramaya diye evden çıktı ve depresyon haplarını içerek intihar etti. Arkasından söylenen "Cehape'nin bir oyu daha azaldı." sözü, belki de intihardan daha acıydı.

Hasan Songur, önceden çalıştığı fabrikanın Fetullahçı Gladyo bağlantılı olması nedeniyle ücretli öğretmenlik görevinden alınmıştı. 25 yaşındaydı. 20 gündür Manisa Organize Sanayi Bölgesi'ndeki Sarp Kalıp ve Plastik Sanayii'nde çalışıyordu. Çalıştığı fabrikada pres makinesine sıkışarak can verdi. Takvimler 24 Şubat 2018'i gösteriyordu.

İbrahim Yeşilbağ, İzmir'in Çiğli ilçesinde yaşayan atanamamış bir coğrafya öğretmeniydi. 27 yaşındaydı. KPSS'ye hazırlanıyordu. 30 Mayıs 2017'de intihar ettiğinde cebinden altı lira ve telefonu çıkmıştı.

Halil Serkan Öz, Yalova Valisi Selim Cebiroğlu tarafından öğrencilerinin gözü önünde dersinden kovuldu. Kalp krizinden dolayı 3 Nisan 2015 tarihinde vefat etti.

Gamze Filiz Arslan, 35 yaşındaydı. 2002 yılında 19 Mayıs Üniversitesi'nden mezun olmuştu. İstanbul'daki bir dershanede kimya öğretmenliği yapmıştı. İşsiz kalınca Sinop'a dönmüştü. 28 Şubat 2014'te av tüfeğiyle intihar etmişti.

Alim Koç, 33 yaşındaydı. Aydın'ın Kuyucak ilçesinde yaşıyordu. Kocaeli Üniversitesi Beden Eğitimi Bölümü mezunuydu. Sekiz yıldır atanamıyordu. Babası felçliydi, kendisi de bir yıldır psikolojik tedavi görüyordu. Evden çıkıp altı gün gelmeyince arama başlatıldı. 2 Kasım 2013'te hayatına son verdiği anlaşıldı. Geçen yıl da intihara kalkışmıştı.

Metin Lokumcu, 31 Mayıs 2011'de Hopa'da Tayyip Erdoğan mitingi öncesi yapılan protestoda sıkılan biber gazı sonucu kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden 54 yaşındaki emekli bir öğretmendi. Benim için özel bir anlam ifade ettiğinden bu yazıda yerini aldı.

Ne zamandır Türkiye'deki mizahın durumu üzerinde yazmak istiyordum. Notlarımı çıkardım, şimdi dijitale almak için hazırım.

Putin'in Savaşı, Rusya'nın saldırganlığı ve geri çekilmesiyle devam ederken bir kesim Zelenski'yi mesleği üzerinden vurmayı sürdürüyor. Bu nedenle, bu yazıma Zelenski'nin kariyeri ile başlayacağım.

Volodimir Zelenski, anadili Rusça olan bir ailede büyüdü. 16 yaşındayken yabancı dil testini geçti ve İsrail'de okumak için kabul adı fakat gitmedi. Şimdi Krıvıy Rih Üniversitesi'nin bir parçası olan Kıyiv Ulusal Ekonomi Üniversitesi'inde hukuk eğitimini tamamladı ancak bu alanda hiç çalışmadı. Eğlence sektörüne 17 yaşındayken KNV ile girdi. KVN, 8 Kasım 1961'de başlamış bir komedi programıdır ve bugün hâlâ Rusya'da yayınlanmaktadır.

1997'de Kvartal 95 adındaki ekibini topladı ve başına geçti. 2003'e kadar bu ekip KVN'nin Krıvıy Rih'deki ayağı olarak geçiyordu. Bu ekibin en can alıcı eseri Sluha Narodu yani Halkın Hizmetkarı adlı üç sezonluk dizidir. Bu dizide Zelenski, tesadüfen Ukrayna cumhurbaşkanı olmuş bir tarih öğretmenini oynuyordu. Ukrayna'daki yolsuzluk, politik belirsizlik, halkın bölünmüşlüğü ve yöneticilerin halktan kopuk olması dizi boyunca eleştiriliyordu. Türkiye'de bunun benzerini yapmak mümkün mü?

Olacak O Kadar, son kez 19 Haziran 2010 tarihinde FOX ekranlarında yayınlandı. O günden sonra politik mizah televizyonlarımızda görünmez oldu. RTÜK vasıtasıyla devlet, kitle iletişim organları üzerinde tek söz sahibi haline geldi. Devletin onaylamadığı bir şey radyo ve televizyonlarda yayınlanamadı. Mesela Huysuz Virjin, genel izleyiciye son kez 2012'de görünmüştür. Daha sonrasında ekranlarda Seyfi Dursunoğlu olarak yer almak zorunda kalmıştır.

Politik mizahın yerini kof bir aile komedisi almıştır. Hayatın gerçeklerinden uzak, hiçbir şeye değmeyen ve düşündürmemesine rağmen güldüren bir mizah türüydü bu. Güldür Güldür ve Çok Güzel Hareketler 2, son dönemde muhalif bir tavra yönelse de bu ikisi dışında televizyonlarda komedi ögesi bulmak imkansız yakın hale geldi. Ülkede sanki gülmek yasaklanmış gibi bir durum var.

Karikatür sanatında hep ileride olduğumuzu düşünmüşümdür. Kağıt euro ile satıldığından karikatür dergileri bir bir kapandı ve var olanlar da kalitesizleşti. Günümüzde bu sanatın üstadı sayılabilecek kişi Umut Sarıkaya'dır.

Sosyal medya, mizahın çeşitli biçimlerini gördüğümüz başat mecra oluverdi. Bunu yazılı ve görsel olarak iki kısma ayırabiliriz. Yazılıdan kastım bir metin veya meme (mim) adı verilen hareketsiz bir çizgi olabilir. Görsel olarak ise yalnızca video anlaşılmalıdır.

Bu bağlamda Twitter mizahı genellikle yazılıdır. Kendisini Twitter algoritmasının var ettiğini söylersek yanlış bir tespit yapmış olmayız. Biri orijinal bir içerik hazırlar, diğer hesaplar onu taklit eder. Belli bir kalıpta üretilen bu türdeki komedi, güldürmekten uzak ve kasıntıdır.

Görsel olarak şimdi eskide kalmış bir türden söz edeyim. Buna Vine mizahı adını veriyorum. Genellikle küfür ve şiddet ögeleriyle izleyicinin ilkel yanına hitap eder. Cumali Ceber yani Halil Söyletmez ve Atakan Özyurt, Bilal Hancı ve Fatih Yasin'den oluşan Kafalar ekibini başımıza bela etmiştir. Bu türün diğerlerinden ayrılan seçkin bir örneği Cem Gelinoğlu'dur.

Türkiye'de mizahın kaynağı YouTube platformu olmuştur. Burada en beğendiğim beş hesabı sıralayacak olursam;

▶️ Deep Turkish Web: Erdi Kızgır ve Emre Kızgır'dan oluşan iki kişilik bir ekibin amatörce hazırlanmış parodileri yer almaktadır bu kanalda. İktidara karşı doğrudan bir eleştiri bulmak zor ama toplumun aksayan yönlerini halkın içinden tipler aracılığıyla eleştiriyorlar. Gözaltına alındıktan sonra videolarındaki kalite düşüşe geçmiş olsa da güldürmeye devam ediyor.

▶️ Kamusal Mizah: Özgür Turhan ve Deniz Bağdaş ikilisinin hoş bir mizah anlayışı var. Bunlara kimi zaman Mahmut Dalyan da ekleniyor. Eğlence sektöründeki sıkıntıların yanı sıra, günlük yaşamda karşılaştığımız kronik sorunlara da eleştiri getiriyorlar.

▶️ KURCALA: Nevzat Ünsal ve Kaan Biber, ince zekanın ürünü bir mizah yapıyor. Yer yer muhalif olan bu tür, izleyiciye kahkaha attırmasa da güldürmesini biliyor. Bazı esprileri anlamak için anlatılan konuda genel kültür sahibi olmak lazım.

▶️ Batesmotelpro: YouTube'daki İkinci Türk hesabı (ilki Efe Aydal). Volkan Öge, Ömür Cedimağar ve Tansu Tunçel, reklam projelerine ağırlık verdi ama eski kalitelerinden ödün vermeyen videolarını arada sırada paylaşıyorlar.

▶️ Röportaj Adam: En beğendiğimi en sona sakladım. Bu kanal, son zamanlarda politik mizahın taşıyıcısı haline geldi. Mahsun Karaca, hayranı olduğu Levent Kırca'nın yolundan gidiyor. Şahin Sarsu ve Mehmet Kahraman'ın katkılarını da es geçmemek lazım.

Gratis, 2009 yılında İstanbul'da kurulmuş bir kişisel bakım ve kozmetik marketi zinciridir. İlk mağazasını da 17 Temmuz 2009'da Metrocity AVM'de açmıştır. Ben Gratis'i aynı sektördeki Watsons ve Rossmann gibi yabancı sanmıştım.

2021 itibariyle 81 ilde 650'yi aşan mağazası ve beş binin üzerinde çalışanı varmış. Kadın istihdamının artırılmasını önemsediklerini belirtiyorlar. Sloganları da: "Güzel bak kendine"

Gratis çalışanlarının şikayetlerini incelediğimde Türkiye'deki emek süreçlerinde klasikleşmiş meselelere tanık oldum yine. Bu yazımda onlara değinmek istiyorum.

Neredeyse tüm emekçilerden duyduğum için ilk olarak mobbing meselesinden bahsetmem gerek. Mağaza müdürü ve müdür yardımcısının kendilerine baskı yaptığı konusunda bir uzlaşı var. Yükselmek için herhangi bir niteliğe değil yalakalığa bakıldığını, bu nedenle görgüsüz insanların da müdür olabildiğini aktarıyorlar.

Bugünkü anlamıyla mobbing hakkında ilk çalışmaları Alman endüstri psikologu Heinz Leymann gerçekleştirmiştir. Leymann, beş kategoride topladığı kırk beş davranışı mobbing olarak tanımlamıştır. Mesela kişinin sözünü kesmek, yok saymak, dedikodusunu yapmak, niteliğinin altında işler vermek ve tehdit iması mobbing olarak kabul edilir.

En çok şikayet edilen bir diğer konu da muğlak mesai. Esnek çalışma saatleri adı altında pazarlanan bu olgu yüzünden mesai sona erse bile çalışanlar evine gidemiyor. Bir saat kadar daha işyerinde bulunmak zorundalar ve bunun için herhangi bir ücret almıyorlar. Yani, şirket mesai düzenlemesini doğru bir şekilde yapamamış.

Eleman eksikliği nedeniyle fazla iş yapma ve yoğun tempo gibi durumdan da yakınıyor çalışanlar. Bunu daha çok görev tanımındaki belirsizlik olarak düşündüm. Sonuçta mağaza içinde tek bir görev var: Satış danışmanlığı.

Satış danışmanı denince insanın aklına ürün hakkında bilgi veren kişi geliyor fakat bu, görev tanımlarından biri sadece. Satış danışmanın birçok şapkası var. Kasiyer de oluyor, reyon elemanı da, depocu da. Hatta mağazanın temizliğini yaptığı, akşam çıkışta yere paspas attığı için temizlikçi; ürünlerin çalınmasını engellediği için güvenlikçi de diyebiliriz.

Sürekli kampanya olması hariç tüm şikayetler satış danışmanlığı ile ilişkilendirilebilir. Vardiyalı çalışma sistemi, bayram seyran demeden çalışma, sürekli ayakta ve koşturu halinde olma, müşteri ile uğraşma, işten çıkarılmanın çok kolay olduğu anlamına gelen güvencesizlik, süpervizör ve bir şeyler müdürü gibi unvanlara özendirerek kurulan yükselme miti (üç sene sonra yine asgari ücrete çalışır) ve "Bu benim işim değil." denmemesi için icat edilen kombine işler...

Bunları yazarken amacın şu veya bu markayı kötülemek değil, bazı şeylerin düzelmesini sağlamaktır zira bir sorunun çözümü onun tespit edilmesiyle başlar.

Zeynep Bastık, sosyal medyada en çok tartışılan kişilerden biri. Seveni kadar nefret edeni var. Kendisinin zeynepb.net sitesindeki biyografisine baktığımızda 8 Temmuz 1993'te Çanakkale'de doğduğunu görüyoruz. Üç yaşındayken ailesi İzmir'e taşınıyor.

Dedesinin bağlama üstadı, annesinin Türk Halk Müziği sanatçısı ve teyzesinin konservatuvarda öğretim görevlisi olduğunu belirtiyor. 16-17 yaşlarında Jackpot adlı müzik grubuyla R&B, pop ve rock tarzında müzik icra etmiş. Murat Dalkılıç'ın geri vokali olarak İstanbul'da adını duyurmuş. Anadolu Ateşi'nde dansçı olarak yer almış.

Kendi solo kariyerine Fırça ve Şahaneyim teklileri ile başlamış. Daha sonra yorumladığı(cover) şarkıları YouTube hesabından paylaşmış. Kanal bir yıl içinde bir buçuk milyon aboneyi aşmış. İzlemeler ise 800 milyonun üzerindeymiş.

Açıkhava turnesine özellikle değindiğini gördüm. İddia ettiği üzere, Türkiye'deki en büyük arenalarında sahne almış. 21 Mayıs 2021'de ilk stüdyo albümü Zeynodisco yayınlanmış. Yedi şarkının bulunduğu albüm vasat denebilir. Yalnız, Marlon Brando şarkısı fena değil.

Bu yazımda Zeynep Bastık üzerine tartışmaları irdelemeyeceğim. Onun son dönemde her yerde çalan Ara parçasını analiz edeceğim. Bir nebze yapısöküm yapacağım.

Şarkının sözlerinin çıktısını aldım. Zaten YouTube videosunun açıklama kısmında yazılmıştı. Her bir ifadeyi derinlikli bir şekilde açıklamadan önce şarkının uyarlama olduğunu ve Türkçe sözlerini Emrah Karakuyu'nun yazdığını belirtmeliyim.

Şarkı, yavaş yavaş ikilemesiyle başlıyor. Bu, aynı zamanda yakar fiilinin önündeki zarf. İkinci dizede aşkın bırakmadığını söylüyor. Giriş kısmının son dizesinde ise şairin muhatabı olmadan (sensiz) uzaklara dalıp kendinden geçtiğine tanıklık ediyoruz. Bu noktada, uzak sözcüğünün ırak, yakın olmayan yer anlamında isim olarak kullanılması çok önemlidir. Tümce zaten devrik ama bir zarf-fiilin (ulaç) kullanılmış olması onu başka bir yere koyuyor.

İkinci kıtada birtakım sorular var. Şairimizin kafasının karışık olduğunu ve bir sorgulama evresinden geçtiğini anlıyoruz. Dizelerde bir olumlu bir olumsuz giderken üçüncü ve beşinci dizeye var ve yok ile başlıyor. Zıt anlamlı sözcükleri de kullanıyor. Dördüncü dizede bir edilgen çatı var. Bu kıtada aşk, gitmek, dönmemek, yok, mutlu, son, vurulmak, özlemek, ölmemek, var, başka ve yol köklerini görüyoruz.

Üçüncü kıtanın ilk mısrasında söz sanatları arasından tezat kullanılıyor. İkinci ve üçüncü dizede net bir şekilde yanlış ikilem söz konusu. Sonucu aynı olan iki olasılık verilmiş. Şair, her türlü ihtimale karşı muhatabıyla beraber olmak istiyor.

Şarkıya adını veren ara sözcüğü, bir fiilin emir kipi olarak anlaşılıyor. Aramak mastarının dört ayrı anlamını çıkardım;
1. Birini veya bir şeyi bulmaya çalışmak
2. Araştırmak, yoklamak
3. Telefon etmek
4. Bir şeye özlem duymak

Fakat burada kastedilen iki şeyi birbirinden ayıran boşluktur. Şair burada o boşlukla kendini özdeşleştirdiği, onunla yekvücut hale geldiği için adını sayıklıyor. Kalbinin yara dolduğu yönünde de bir serzenişi var. Aslına bakarsanız, ara ile arafın (Purgatorio) anlatılmak istendiğini kavramak güç değil. Dante'nin İlahi Komedi (Divina Commedia) eserine yapılan göndermeleri satır aralarında okuyacağız.

Başa sarmak ifadesinden de Sisifos Söyleni çağrışıyor. En dipte olduğunu söylemesi, esasında Dante'ye bir meydan okumadır. Dante, eserinde araftakilerin cehenneme (İnferno) gidemeyeceğini söylüyordu ancak Zeynep Bastık, kendini orada kurguluyor. Ayrıca Dante, cehennemin buzdan oluştuğunu yazarken Bastık, İbrahimi dinlerdeki ateşli cehennem tasviriyle Dante'ninkinin ortasını bulmuş.

Beşinci kıtada yine soru sorarak başlıyor. Acıların azalıp azalmayacağı şairin merakını celbediyor. Anılara sarılma metaforu da Friedrich Nietzsche'nin Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine adlı eserine göndermede bulunuyor. Nietzsche, bu yapıtında tarih felsefesinin güzide örneklerinden birini veriyor.

Ayrılığın yükünün üzerinden geçip yorduğunu bildiriyor. Yük sözcüğü, Beyaz Adamın Yükü (White Man's Burden) kavramını çağrıştırıyor. Bastık'ın sömürgecilik eleştirisi bu dizede kendini ele veriyor.

Üçüncü dizede niye başa sardığını sormuş. Daha önce Sisifos'u anımsatmıştı fakat bu dizedeki soru üst dizelerle de alakasız olduğu için ince zekanın ürünü, derinlikli bir söz sanatı mevcut. Manilerde ilk iki dizeye doldurma mısra denir. Bastık, bu geleneği ters düz ederek Hegel ve Karl Marx arasındaki diyalektik tartışmasını da üstü kapalı bir biçimde eleştiriyor.

Bu kıtadaki son dizede gecelerin yetmediğinden şikayet ederken lafı çevirip güneşin kendilerine doğmadığından yakınıyor. Bu söz sanatına cayma, geri dönme veya vazgeçme anlamlarına gelen rücu deniyor. Aslında Güneş, herkes için doğar fakat burada kastedilen bir yıldız olan Güneş değildir. Ne olduğu üzerine biraz daha kafa yormak gerekiyor.

Son iki mısranın ilkinde anlaşılma isteğiyle söze giriyor. Çile yüzünden bedeninden geçmesi, Mevlevilerin çile çıkarma sürecini anımastır. Yine muhatabını beklediğini ifade ettiğinde ise Samuel Beckett eseri Godot'yu Beklerken akla gelir.

Nakarattan önceki son dizede ise kalbin tükenmekten, kırılıp dökülmekten gitmeye fırsat bulamadığını belirtiyor. Bizi kuşatan sınırlılıklarımızın farkında olmanın özgür olmaya yetmeyeceğini ima ediyor. Eleştirilerin hedefinde sadece Spinoza yok. Emek süreçlerine de ucundan değiniyor bu dizede. Kalp ile işçiler anlatılmak istenmiş tabii.

Satır aralarına odaklandığımızda ne kadar derin bir metin olduğuna hep beraber tanık olduk. Melodisi de gayet hoş.

Normalde yarın başlayacak olan Dünya Kupası için heyecanlıydım. En başından beri Katar'a verilmesinin bir hata olduğunu belirtmeme rağmen maçları takip etmeyi düşünüyordum fakat son yaşananlardan sonra bunun gerçek bir Dünya Kupası olmadığı kanaati yeniden belirginleşti bende. Bu nedenle, bu rezilliğe herhangi bir ilgi göstermeyeceğim ve blogumda hiçbir paylaşım yapmayacağım. Bana öyle geliyor ki, bu organizasyondan sonra bırakın Katar gibi ülkeleri Türkiye, Yunanistan ve Ukrayna gibi ülkelere de büyük organizasyonlar verilmeyecek.

Dün birtakım paranormal olaylar yaşandı. Birlikte çalıştığım kadın benden önce işyerine gelmişti. Normalde aramızda yarım saatlik bir fark var. Yani ben ondan yarım saat önce işe başlıyorum ve yarım saat önce bitiriyorum.

Çalışmaya başladıktan kısa süre sonra kadın bana "Konuşmamız lazım." dedi ama ses tonundan kötü bir şeyler olacağı belliydi. Söylediğine göre yönetim, mail ve telefonlardaki üslubumun kaba olduğunu düşünüyormuş. Bunu büyük ölçüde düzeltmiştim fakat belli kalıplara uymam gerekiyormuş. Kendisi sağ olsun yol gösterdi.

Aslına bakarsanız ben yönetimin açığımızı aradığını düşünüyorum. Bir kere, doluluk oranının yüksek olmadığı bu hafta (yani ilk üç gün) yaklaşık 2500 euroluk satış yaptım. Gerçi kadını da giriş çıkış saatlerine dikkat etmesi konusunda uyarmışlardı. Onun işe başladığı ilk iki üç haftada ne kadar mesaiye kaldığından haberdar olmalılar. İşte, ne yaparsanız yapın yaranamıyorsunuz bazen.

Daha saat 10.00 olmamıştı ki kadın, eşinin KOVİD testinin pozitif çıktığını öğrendi. Eşinde adı konmamış bir hastalık olduğundan bahsediyordu zaten ama kadıncağız üç yıldır koronavirüse yakalanmadığı için biraz garip oldu bu durum. Evden çalışma gibi bir yol önerse de, yönetim gitmesine izin vermedi. Sadece maske takması istendi. Ofisten ayrı bir yerde çalıştı. Muhtemelen bana bulaştırmamak için böyle bir yola gitti.

Prosedür nasıl işliyor bilmiyorum ama sanırım test yaptırması gerekti. Daha sonrasında test sonuçlarını beklemek için istirahat etmeliydi. Bir miktar hasta hissettiğini de belirtiyordu zaten. Grup rezervasyon talepleri bu kadar acil miydi acaba?

Şimdi bu sabah gelip gelmeyeceğini merak ediyorum. Bundan daha fazla da işe devam edip etmeyeceğini. Kendisine karşı takınılan tavrın yanlış olduğunu düşünüyorum.

İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen Tamamen Doluyuz (Fully Comitted) adlı oyunu Fatih Belediyesi Kültür Sanat Merkezi'nde izledim. Bu, 2022 yılında Devlet Tiyatroları'nda izlediğim üçüncü, toplamda ise on birinci oyun.

Oyunun ana ve bize görünen tek karakteri rezervasyon görevlisi Sam. Soyadından Polonya kökenli olduğu anlaşılıyor. Asıl mesleği oyunculuk. Burada emek süreçlerinin bir yansımasını izliyoruz. Mesela birlikte çalışılan kişinin kaytarması, iş arkadaşlarından yenen kazık veya görev tanımının dışına çıkmak zorunda kalma durumları işlenmiş. Cins müşteriler yüzünden sinir sahibi olma da cabası. Unutulmaması gereken bir olay da Sam'in restoranda çalışmasına rağmen yemeği kaçırması. Burada net bir biçimde emeğe yabancılaşma var.

Kendim de bu işi yaptığım için escapism tuzağına düşmek istemedim ama karakterle kendimi özdeşleştirdim. Oyuncu, tip olarak da bana benzediği için bundan kaçmam zor oldu. Hatta tesadüfün iğne deliği denebilecek bir ayrıntıdır ki giydiği kazaktan bende de var. Zamanında DeFacto sitesinden almıştım. Tabii, ben otelde çalıştığım için şartlar biraz daha farklı. Oyunda gördüğüm bir ayrıntı da teknolojiden uzak olması. Hâlâ kağıda yazarak rezervasyon alınıyor ve faks çekilmesi gibi ilginç talepler geliyor.

Anladığım kadarıyla Sam'in yaşadığı bir ikilem var. Kendi işini yapmak istiyor. Halihazırdaki işinden de nefret ediyor -ki nasıl etmesin, sürekli kalıp bir ifade kullanmak zorunda- ancak mesai boyunca yaşadıkları inanılmaz. Oyunun sonuna doğru talihi dönüyor neyse ki.

Sondaki şarkı da çok eğlenceliydi. Seyircilerin tepkilerinden oyunu pek beğenmediklerini anladım fakat tek kişi oyunları zordur. Efe Erkekli, oyunu gayet iyi yönetti. Yemekteyiz programının dış sesini duymak biraz garipti.

Oyunu yazan Becky Mode, Türkçeye çeviren Lale Eren Dalsar ve yöneten Elif Erdal da güzel iş çıkarmış. Belki de oyuna torpil geçeceğim ama bu yıl izlediklerim arasında en iyisi olduğunu söyleyebilirim.

Leibniz, bu dünyanın mümkün dünyaların en iyisi olduğunu söylerken tek gerçek varoluşun bu dünyada olduğundan yola çıkıyordu. Bana göre, daha iyisi hayal edilebildiği için "en iyi" sıfatını almaya layık bir dünyada yaşamıyoruz. Bu saptamamda, kötülüğün ona dokunabileceğimiz bir varlık gibi karşımızda belirmesi önemli pay sahibi. Bazı insanların tüm zamanını dünyayı nasıl daha kötü bir yer haline getirebileceğini düşünerek geçirdiğini sanıyorum. Gerçekten nefret ve kin bir enerji kaynağı olsaydı hiç elektrik sıkıntısı çekmezdik. Şimdilik bunun nedenleri üzerine kafa yoruyorum.

Son dönemde adını anmak istemediğim elim olayların üst üste gelmesinden dolayı paylaşımlarıma bir süre ara vermeyi düşünüyordum. Şimdilik bazı konulara değinmekten kaçınacağım bir kısıtlama üzerinde duruyorum. Henüz bir karara varamadım.

Sosyal medyada viral olan kırk beş saniyelik bir TikTok videosunu inceleyeceğim bu yazımda. Videonun ana teması Getir ofisinde çalışan bir kadının bir günüdür.

Kadın, muhtemelen daha önce dolaşıma sokulan "ofiste bir günüm" temalı bir dakika civarındaki videolara özendi. Ancak ayrıntılara baktığımızda durumun ne kadar vahim olduğu görülebilir.

Mesai, 09.00 gibi başlıyormuş. Daha doğru bir deyişle kadın, ofise bu saatte giriyormuş. Kendisi giriş yapmak ifadesini kullanıyor. Aslında bu Türkçenin yozlaşmasına bir örnek çünkü kullanımda olan bir eylem varken eylemsiye eklenen yardımcı eylemle yeni bir kalıp oluşturmuş.

Daha sonra kendine sabah kahvesi yaptığını söylüyor. Muhtemelen filtre kahve. Ofiste adi bir kahve makinesinin bile olmaması ne kötü!

O gün birinci katta çalışacakmış. Masasını kendi seçiyor hatta. Bu da bize daha önce mesainin muğlak olduğu hakkında verdiği gibi çalışma yerinin de belli olmadığı yönünde bir ipucu veriyor. Kendine ait bir çalışma alanının olmaması sanılandan daha büyük bir sorundur.

12.30'daki öğle arasına kadar çalıştığını söylüyor. Ne yaptığını tam olarak anlamasam da videonun başındaki kartın üzerinde yer alan adı arattığımda LinkedIn'den bu kadına ulaştım. Unvanı Marketplace Operations Specialist imiş. Haziran 2021'den beri bu işi yapmaktaymış. Ondan önce Eclipse İstanbul diye bir yerde Social Media Manager unvanıyla üç ay kadar çalışmış. Bir insanın yönetici olarak işe başlaması biraz garip.

LinkedIn platformundan edindiğim diğer bir bilgi 2015 ila 2020 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversite'sinde sosyoloji eğitimi görmüş olmasıdır. Bu da herkesin aklında torpil veya iltimas olabileceği ihtimalini getirmiş. Toplumdaki ahlaki çürümenin bir göstergesi olarak görebiliriz bunu ama daha fazlası değil. Bu kadın, benim işimi elimden almıyor sonuçta.

Öğle arasında sağlıklı besleniyor. Kendisini bu kararından dolayı kutluyorum. Bunun yanında, Getir'in ne kadar yemek ücreti verdiğini merak ediyorum. Büyük bir ihtimalle çalışanlar, yediği yemeğin bir kısmını cebinden karşılıyor.

Canı latte isteyince Starbucks'tan gidip alıyor. Bunu ayrı bir molada yaptığını sanmıştım fakat öğle arasında yaptığını anladım. Bir saatlik mola dışında nefeslenme imkanı da yok sanırım.

Biraz daha çalıştıktan sonra cuma günlerinin Getir'de "Lezzetli Cuma" olduğunu gösteriyor bize. Bu cuma da lezzet olarak lokma döktürülüyormuş. Aslında diyette olmasına rağmen bir tane alıyor. Burada tane ile porsiyon hesabını karıştırdığını görüyoruz. Çünkü aldığı plastik tabakta dört adet lokma var. Burası beni ilgilendirmiyor tabii. Afiyet olsun.

Bu kesitte önemli olan şirketin göz boyama amacıyla yaptığı bir etkinliğin bile kaliteden yoksun olmasıdır. Lokma, en ucuz tatlıdır. Hamur, şeker ve yağ dışında bir bileşeni yoktur. İkincisi, bu videonun bir cuma günü çekildiğini net biçimde anlamış bulundum. Cumartesi çalışıp çalışmadığını merak ettim sadece.

18.30'a dek çalıştıktan sonra mesaiyi bitiriyor. Bilgisayarını kapatıp ofisten ayrılıyor. Bu kısımda can alıcı ayrıntı ise bilgisayarı götürecekmiş gibi yapması. Şayet bilgisayarı kendi getiriyorsa durum içler acısı demektir. Getir'in çalışanlarına bir bilgisayar bile veremediğini gösterir bu. Kadının kendi bilgisayarını kullanması şirket verileri için ciddi bir sorun. Kasıtlı olmasa bile yanlışlıkla bir yerlerde paylaşılabilir.

Video, muhtemelen Getir tarafından çektirildi. Mesainin on saate yakın sürmesini atlamışlar. Ofisin Etiler'de olduğunu hesaba katarsak, kadının yol da dahil işten kendine ayıracak vakti kalmıyor.

Kadına 'gizli işsiz' yakıştırması yapıldığını gördüm. Bu, net bir biçimde sermaye ağzıyla konuşmaktır. Bu halkın neden hep güçlüden yana olduğunu uzun uzun düşünmem gerek. Bir kere, bu kişinin gizli işsiz olması bizi ne kadar ilgilendirir? Maaşını biz vermiyoruz. Getir, bir devlet kurumu değil. Öncelikle bakılması gereken maaşını bizim ödediğimiz gizli işsizlerdir.

Bu kadına çok acıdım. Çalışma şartları kölelikten hallice. Sağ elinde yüzük olması da muhtemelen nişanlı olduğunu gösteriyor. Kendisi burayı okumayacak ama bu hayatta ne gördüğünü ve böyle bir karar aldığını kendisine sormak istiyorum.

Yine de, Tiktok ve Instagram'da aynı kullanıcı adıyla (ecemulkuu) yaptığı paylaşımlardan hayat dolu biri olduğunu anladım. LinkedIn'de ise bağlantılarının işe başlamasını, Getir hakkındaki paylaşımları ve babalık izni gibi emek süreçlerinde hoşuna gittiği olayları beğenmiş. Kendi herhangi bir yazı paylaşmamış.

Büyük olasılıkla videoyu çekerken ve paylaşırkenki amacı bu değildi ama bu yazıyı yazmama vesile için kendisine teşekkürlerimi iletiyorum. Bir gün daha iyi şartlarda -belki aynı yerde- çalışmasını diliyorum. Tabii, bu dileğim herkes için geçerli.

Mussolini, çok heyecanlı bir liderdi. İtalyanları peşinden sürüklemesini bildi fakat iki büyük hatası vardı:

1️⃣ Roma'nın İtalya'nın öncüsü, ırka dayanan bir devlet olduğunu sanması ve bu yönde adım atıp Arnavutluk, Yunanistan ve Türkiye'yi Akdeniz'de rahatsız etmesi

2️⃣ Muhtemelen Herakleitos'un "Savaş her şeyin babasıdır." sözünden yola çıkarak savaşı hayatın olmazsa olmazı olarak görmesi ve barış durumunu anlamsız bulması. Halbuki hayatın kendisi bir savaştır. Bu sözde de kastedildiği gibi sadece topla tüfekle yapılmaz savaş.

Bu iki yalnış yavaş yavaş onun sonunu getirdi ancak Mussolini, bunun farkına varabilmiş midir muamma.

Şu sıralar bir şeyler yazamıyorum. Belki de moralim bozuk diyedir, bilemiyorum. Yoksa Herson kentinin işgalden kurtulması üzerine kombat sürecini irdeleyen final yazısı yazacaktım. Zelenski'nin asıl mesleğiyle hâlâ dalga geçildiği için Türkiye'de komedi ve mizahın durumuna değinen kombine bir yazı olacaktı bu.

Son günlerde modumun neden bu kadar düştüğü hakkında bir fikrim yok. İşte durumlar iyi ve daha iyiye gidiyor. Küçük çaplı sıkıntıları bir bir atlatıyoruz. Umarım bu böyle devam eder.

Galatasaray'ın Başakşehir'i 7-0 yenmesi beni bir miktar keyiflendirse de pek bir şey değiştirmedi. Fenerbahçe, sahasında Giresunspor'a yenilerek belki de şampiyonluktan oldu. Tabii, bunları konuşmak için henüz erken.

Mastodon platformuna (veya platformlarına) olan göç, beni biraz heyecanlandırmıştı fakat gelenlerin çoğunun Twitter'ın toksik kitlesi olduğunu gördüm. Yararlanılabilecek kaynak çok az. Bu da beni hayal kırıklığına uğrattı. Kaçmak istediğim bir kent peşimden gelmiş gibi hissediyorum şu an.

Belli bir şeye odaklanmak da güç oluyor benim için. Hiçbir şey üzerine düşünemiyorum. İşten arta kalan zamanlarımda ne yaptığımı anlayamıyorum bile. Herhangi bir şey üzerine kafa yormam gerektiğinde anahtar kavramları kağıda yazıyorum. Gerisini hatırlamaya çalışıyorum ama orada da sıkıntılar var.

Çok da dile getirmek istemiyorum ama belki de bir ilişkiye ihtiyacım vardır. Günümüzde ilişkilerin ezici çoğunluğu toksik olduğu için bundan kaçıyorum. Birinin tüm sevgisini tek bir insana vermesi de anlamsız geliyor bana. Ancak yalnız başıma ne kadar geliştirebilirim kendimi. Artık tükendiğimi hissediyorum.

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.