Show newer

Normal bir ülkede herhangi bir kamu görevlisi vatandaşlara bir obje fırlatsa ona ne yaparlar? Bu bir kere çok aşağılayıcı bir hareket. Hele ki büyük bir felaket yaşamış insanlara karşı. Bu insanlarda zombi virüsü mü var ki onlarla sohbet edip elden takdim edemiyorlar?

İftar çadırı inanılmaz saçma geliyor bana. Sanırım akşam ezanı saatinde yolda olanlar için ortaya çıkmış bir uygulama.

Dün kaşıntım iyiden iyiye dayanılmaz bir hal aldı. Dahası bu durum, acı vermeye başladı. En sonunda mesai arkadaşım vasıtasıyla genel müdüre haber verdim. Genel müdür, hemen eve gitmem gerektiğini söyledi. Ofis ve ortak kullanım alanları da dezenfekte edildi.

Şirketin iki ayını dolduran çalışanlarına yaptığı bir özel sağlık sigortası vardı. Onunla tedavi olabilirim diye internetten araştırdığımda dermatolojinin kapsam dışı olduğunu gördüm. El mecbur, sağlık ocağından randevu aldım.

Neyse ki doktor iki günlük rapor verdi. Böylece ücretsiz izin yapmama gerek kalmadı. İki günlük kesinti beni çok zorlardı.

Bu hastalık hakkında internette birbiriyle çelişen bilgiler var. Hangisinin doğru olduğunu kestirmek zor. Doktora sorduğumda kıyafetlerin, yastık ve çarşafların günlük değiştirilmesi ve 60 derecede yıkanması gerektiğini, temas edilen nesnelerin dezenfekte edilmesinde fayda olduğunu ve bu hastalığın iki yıl sürebildiğini söyledi. Her şeyin bir an önce düzelmesini umuyorum.

Show thread

Sözcü TV'nin kurulması çok iyi oldu. Kanalı her açtığımda söylüyorum bunu.

Şimdilerde ülkede seçim gündemi var. Bir buçuk ay geçmesine rağmen deprem unutuldu gitti. Depremde yaşanan rezaletlerden söz edilmez oldu. Varsa yoksa magazin, dedikodu ve falanca hakemin bilmem hangi takımın maçında yaptığı kural hatası...

Ben bu gündemlerin yapay olduğunu ve asıl gündemi unutturmak için medya aracılığıyla servis edildiğini düşünüyorum. Seçimden sonra iktidar değişirse tek gündemimiz emek olmalı. Yatıp kalkıp emek süreçleri hakkında konuşmalıyız.

Sizin için bir hatırlatma olsun diye toparlıyorum:
Yakalara inanmıyorum, aslolan işçi sınıfıdır. Masa başında çalışmak da inşaatta çalışmak da emek-gücünü satmaktır. Kimse yönetici olarak çalışıyor diye kendini işçi sınıfından ayrı görmesin.

Niteliksiz iş, emekçiler bölüşümden adil pay alamasın diye uydurulan bir kavramdır. Böylece herkese asgari ücret verilebilecektir. Asgari ücretin yükselmesini isteyen kişiler de sanki daha yüksek maaş alanların iyi yaşama hakkı elinden alınacakmış gibi hedef gösterilir. "Onun taamı artarsa, seninki azalır" denir ki buna inanan çok sayıda emekçi de var.

Türkiye'yi ayakta tutan parababaları değildir; emekçilerdir. "Şu parti iktidara gelirse yabancılar borsadan yatırımlarını çeker." diye bir argüman savrulur. İsteyen istediğini yapmakta özgürdür. Bizi o veya bu partinin kemik kitlesi olarak görmek hatadır. Biz %99'uz.

Son birkaç gün benim için biraz tatsız geçiyor. Nedeni vücudumun muhtelif bölgelerinin fena halde kaşınıyor oluşuydu. Geceleyin uyumaktan alıkoyan bir uyuzla karşı karşıyaydım. Zaten aile hekimi skabiyez ve alerjik purpura teşhisi koymuş.

Kwellada losyon ve şampuan, Metrin krem ve Stilex jel yazmış. İlk üçünün etken maddesi pemetrin. Eczanede bu ilaçlara 94 lira ödemek zorunda kaldım. Üstelik sondaki jel dahil değil. Bu nedenle canım sıkkın.

Reçetedeki kalemler şöyle;
İlaç katılım tutarı 28.92
Muayene katılım tutarı 30
Reçete katılım tutarı 3
İlaç fiyat farkı 32.14 (lira cinsinden)

Maaşımın beşte biri sigorta nedeniyle kesilirken neden hâlâ bu giderleri elden ödemek zorundayım? Buna bir yanıt bulamıyorum.

Bir şeyin fiyatının yüksek olduğunu söyleyince herkesin filozof kesilmesini aşamıyorum bir türlü. Dün markete (Macrocenter) gittim. En ucuz şampuan (Pantene) 50 liraydı. Üstelik 350 mililitre bu. Bundan yakınınca insanlar şunları diyebiliyor;
Macrocenter gibi elit bir mağazadan alma sen de. Bim'den (veya benzeri üç harfli bir marketten) alabilirsin.
Pantene zaten lüks. Ben İpek şampuan (Hacı Şakir opsiyonu mevcuttur) kullanıyorum.
Tüm şampuanlar aynı değil mi zaten?
Şampuan kullanmak zorunda değilsin.
Bitmeye yakın su doldurup iki ay daha kullanırsın.
Asgari ücretin 8500 lira olduğu yerde normaldir. (Buna ek olarak 2002'dekiyle kıyaslama gelebilir.)
Yalan söylüyorsun. Afyon Dazkırı'nda bir markette 46 lira. (Ekran görüntüsü atılmıştır.)

Bu kafayla nasıl düze çıkarız?

Ben evde kendi aktrolümü yapıyorum. Hem daha ucuza geliyor hem de dışarıda içine ne katıyorlar bilemiyorsun.

Hangi platformda paylaşıldığını bilmediğim bu video, geçen günlerde olay olmuştu. Şimdi biraz bunun üzerine yazayım.

Rusya'da işleyiş nasıl bilemiyorum ama kadının Türkiye hakkındaki tespitlerine katılıyorum. Bu işin iki boyutu var: Biri araya acele iş sokmaya çalışanlar, diğeri verilen sürede işi tamamlayamayanlar. Neresinden tutsan elinde kalıyor.

Bazı şeyler bekleyebilirse bile bazılarının hemen yapılması gerekir. Ben de işin ertesi güne kalmasından hiç haz etmem. Eksik, yarım ve/veya taksitli iş yapmak istemem. Olabildiğince hızlı olmaya çalışırım ki ertesi gün karşıma çıkmasın ve onu unutabileyim.

Ancak bu dünyada çalışılmayacak birkaç milletten biridir Türkler. Bu ülkede herkesin mi eli ayağına dolanır? Rutin işlerde bile panik oluyorsa bir insan o işi neden yapar? Kendi sağlığına yazık değil midir?

Kendi payına düşen kısmı iyice hallettiğinden emin olmasına rağmen beceriksiz insanlarla çalıştığı için işlerin aksamasıyla uğraşabiliyor bir de insan.

Ayrıcalık, sorumlulukla birlikte gelir. Fakat Türkiye hiçbir şeyden sorumlu olmayıp büyük imtiyaz isteyenlerle dolu. Baştan ayağa bu böyle.

İş başvurusunda aranan nitelikler mükemmele yakın olsa da işe başlayınca görüyorsunuz ki herkes vasatın altında iş çıkarıyor. "Kervan yolda düzülür." kafasıyla hareket ediliyor. Bir kısım da kaytarmanın derdinde. En çok onlar konuşur. Sorsan en çok da çalışanlar da onlardır.

Son olarak kadın ortalamanın üstünde bir güzelliğe sahip. Anlatımı da samimi ama hafif bir iticilik var. Sosyal medyada yapılan yorumlar bizim neden düze çıkmayacağımızı haber veriyor. Çoğunluk kadına "Rusya'ya dön o zaman!" diye tepki vermiş.

Şahit olduğum ilk kolektif kötülük Irak'ın işgalidir. Yirmi yıl önce bugün başlamış olan işgal, son Amerikan askerinin 18 Aralık 2011'de çekilmesine dek sürmüştür. Irak'a barış ve demokrasi getireceğini söyleyen ABD, ülkenin diktatörünü idam ettirmesine rağmen söz verdiği şeylerde başarılı olamamıştır. Doğrudan ve dolaylı olarak bir milyon ölü, iki parçaya (de facto üçe) bölünmüş ve dolayısıyla artık bir ülke olmaktan çok uzak bir Irak bıraktılar arkalarında. Yani ne barış geldi ne demokrasi...

Anladığım kadarıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en çok oy alan aday seçilecek. İlk turda ikiden fazla aday olursa ve adayların hiçbiri oyların yarısından fazlasını alamazsa seçim ikinci tura kalacak. İkinci turda zaten iki aday olduğundan adaylardan biri kesinlikle cumhurbaşkanı olacak. İlk turu iki adayla düzenleyip kazananın direkt göreve başlaması daha iyi olabilir. Ancak iki adaydan birinin başına neler geleceği belli olmaz. Bu nedenle yedek aday belirlemekte yarar var.

Ortam: Bankamatik sırası
T: İşini iki saat halledemeyip milleti bekleten
T: Dibinize girip yekvücut olmanıza neden olan
T: Acelesi olduğunu söyleyip sıranın önüne geçmeye çalışan

Show thread

Sünger Bob Kareşort, çocukluğumuzun güzide çizgi filmlerinden. Ana karakterlere bakacak olursak aynı sokakta yaşayan hayat dolu bir sünger, zeka yönünden kıt ve aylak bir yıldız ile huysuz bir ahtapottan söz edebiliriz. Peki o yaşlarda koyduğumuz bu hükümler ne kadar doğru? Sünger Bob'un mesai arkadaşı Squidward, huysuz olmakta haklı mı? Kendisinin klarnet çaldığını ve büyük bir sanatçı olmak istediğini biliyoruz. Ancak gününün büyük kısmını Yengeç Restoran'da çalışarak geçiriyor. O koca evde bedava oturulmuyor tabii. Gün boyu Sünger Bob ve Patrick'in çıkardığı sorunlarla uğraşıyor. Paragöz bir patronu olması da yaşam kalitesini bayağı bir aşağı çekiyor.

Squidward, muhtemelen Edward ismiyle İngilizce mürekkep balığı anlamına gelen squid sözcüğünün birleşiminden oluşuyor. Ancak yaşantısı kesinlikle bizden izler taşıyor. Az biraz para kazanmak için haftanın altı günü çalışan biz değil miyiz? Üstelik trafikte geçen süreyi de hesaba kattığımızda günün çoğu işe harcanıyor. Maaşımızın çoğu da işyerinden anca iki veya üç vesaitle ulaşılabilen evin kirasına gidiyor.

Kölelik, antik dönemde sanıldığı kadar katı değildi. Bedensel işler kölelere yaptırılsa da özgürlük ile kölelik arasında geçiş mümkündü. Köleliğin en rijit formları Amerika Birleşik Devletleri'nde görülmüştür. Buradaki köleler Afrika'dan taşınarak geliyordu ve alınıp satılabilen mal statüsündeydi. Türkiye'deki çalışma düzeninin 18'inci yüzyıldaki kölelik uygulamalarından çok bir farkı olduğu söylenemez. En azından o dönemdeki köleler sahip olmadıkları evlere para ödemiyorlardı. Şu an bir Türkün bırakın Kadıköy veya Beşiktaş'ı, Şirinevler gibi alelade bir semtten ev alabilmesi mümkün müdür?

Sahip olduğumuzu sandığımız hiçbir şey bizim değil. Barınma temel bir hak iken oturduğumuz eve para ödüyoruz. Onun depremde yıkılma ihtimalini bir kenara bırakalım. İnsanın böylesi bir aboneliği kabullenmesi için makul gerekçeler olamaz. Tüm maaşımızı buna harcayacaksak biz neden çalışıyoruz? Ayda bir kere emülsifiye şnitzel yiyebilmek için mi?

Çok çalışıp az kazanıyoruz çünkü piyasa net bir biçimde sermayeden yana. Dolayısıyla bölüşüm adil değil. Ülkenin en zenginlerinin milli hırsızlıktan aldığı pay günden güne artıyor. Çalışma şartlarıysa giderek kötüleşiyor. Uzun mesai saatleri, düşük ücretler, mobbing, muğlak görev tanımlarının yanı sıra mesaiden sonra ulaşılabilir olma bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Sermaye ağzıyla konuşanlar hukukun, yasaların emekçiden yana olduğunu söylüyor ama bu apaçık bir yalan. İşçiler patronlara açtıkları davaları genellikle kazanıyor çünkü yalnızca çok büyük meseleleri mahkemeye taşıyorlar. Tüm hak gasplarının yargı önünde hesabı sorulsa yargıç ve savcılar başka davalara bakamaz olur.

Peki bu kirli düzenden kurtulmak için bize ne lazım? Başımızda büyük bir bela var. Ülkemizin öncelikle bu ak büyüden kurtulması gerekiyor. Bu hükümetin yarattığı krizler yüzünden böyle konulara sıra gelmiyor. Bunları gönderip gelecek kuşaklara ibret olacak bir biçimde yargılamamız lazım. Bizi azarlamayan ve bizimle dalga geçmeyen birilerini bu makamlara getirdiğimizde işimiz büyük oranda çözülmüş demektir.

Ben güncel siyasetten çok anlamıyorum. Bazen çok çetrefilli hamleler oluyor. Ancak bu seçimde desteklememiz gereken aday hakkında ipucu verebilirim. Beşli Çete ve hazıryiyenlerin öcü gibi korktuğu biri var. Seçime iki ay kala olur da seçilirse diye gözlerine uyku girmiyor. Vitaminsiz Goebbels, bu uğurda çeşitli yollara başvuruyor ancak arıyor tarıyor da bir şey bulamıyor. Kimlik siyaseti, sözde üçüncü yol veya karalama kampanyasından başka bir şey aklına gelmiyor.

Kemal Kılıçdaroğlu, zaten en başından beri benim adayımdı. Emek süreçlerine ilk aşamada faydası dokunmayabilir ama toplumcu çözümleriyle patronarşinin zayıflamasına neden olabilir. Halk da adı konmamış kölelik düzeninden çıkma yolunda ilk adımları atabilir. Fakat İş Kanunu baştan sona değişmesi gerektiği unutulmamalı. Belimizi büken vahşi kapitalizm ancak böyle sona erebilir. Bizim de gerçekleştirecek hayallerimiz vardır belki.

Küçükken Sünger Bob'un mutluluğuna özeniyor insan ama büyüyünce Squidward'un neden asık suratlı olduğunun farkına varıyor. Asıl mesleğini bırakıp kasiyer olmak zorunda kalmış biri. Hiçbirimize yabancı değil.

Maraş depremlerinin üzerinden 40 gün geçti. Hatay ve Malatya'da meydana gelen artçılarıyla beraber elli bine yakın insan hayatını kaybetti. Böylece bu felaket, 1939 Erzincan depremini geçerek cumhuriyet tarihinin en çok can kaybı yaşanan depremi olarak kayda geçti.

Bu depremden etkilenenler adına gerçekten çok üzgünüm. Bir miktar da öfkeliyim. Bu süreçte unutulmaması gerekenleri bir kenara yazdım:

Kızılay'ın Ahbap Derneği'ne felaketin üçüncü gününde 46 milyon liradan çadır satması. Türkiye'yi bir şirket gibi yöneten partiden başka bir tavır beklemek hata olurdu.

Hatay'a giden yolun yarılması ve Hatay Havalimanı'nın pistinin çökmesi sonucu bu kente yardımın gecikmesi. İlk başta Hatay'ı unuttuklarını veya gözden çıkardıklarını düşünmüştüm.

Ordunun arama-kurtarma faaliyetlerine katılmaması konusunda iktidarın anlamsız ısrarı. Bu kadar büyük bir felakette sivil toplum kuruluşlarının yeterli olacağını düşünmek patolojiktir.

Bölgede asayişi sağlayacak bir kurum olmadığından yaşanan kaos ve yayılan yalan haberler. Bunun da tek sorumlusunu tanıyorsunuz.

Depremzedelerden kaçan muhabirler. Medyanın bu süreçteki aşağılık tavrını asla unutmayacağım. Kodamanların kanallarını zaten izlemezdim ama şimdi tamamen tiksiniyorum.

GSM operatörlerinin duyarsızlığı. Terör örgütü bile -büyük bir olasılıkla Avrupa'ya yaranmak için- saldırılara ara vermişken Turkcell, borçların bir hafta ertelenmesine karar vermişti. Zaten hiçbir afette birine ulaşmak mümkün olmuyor. Kazandıklarınız gözünüze dizinize dursun!

Borsanın depreme rağmen açılması ile çimento ve demir şirketlerinin hisselerinin tavan yapması.

Halkın emeği ve parası sayesinde yükselen şirketlerin yardımı geçtim, başsağlığı dilemeyi çok görmesi. Çoğu şirketin bağışı yine halktan beklemesi.

Twitter ve Ekşi Sözlük'e erişimin engellenmesi. Milletin bölgeye yardım için dayanışma başlattığı sosyal medya platformunu kapatmak saf kötülük.

Tayyip Erdoğan'ın halka küfretmesi. Ben söylediklerini kendisine aynen iade ediyorum. Bıktım artık.

Oğuzhan Uğur ve Haluk Levent'in iktidar yanlısı troller tarafından hedef gösterilmesi. Bunun bir izahı yok maalesef.

Diyanet'in "Depremzede evlatlıkla evlenilebilir." fetvası. Bunu kim hangi amaçla sormuş olabilir? Bundan daha fecaat olansa Diyanet'in buna olur vermesi.

Enkazın altından 147 sonra çıkarılan kıza "Aç mısın?" diye soran dangalak. Aldığı "Tokum" yanıtından sonra "Allah çok süper" diye inleyen sosyal medya.

Enkaz başında sessiz olunması gerekirken mobil tekbir ekiplerinin hazır tutulması. Enkazdan çıkarılan vatandaşlarda şok yaratılması.

Bunun asrın felaketi olduğu yönünde dönen adi propaganda. Japonya ve Şili, depremin bir felaket olmasının önüne geçmeyi başardı. Türkiye ve Haiti ise ne yazık ki başaramadı.

"Hükümet istifa!" diye slogan atan taraftarın devlet düşmanı ilan edilip tribünden men cezası alması. Halbuki sahaya inip futbolcu tartaklayan Ankaragücü taraftarına veya Göztepe ile Altay arasındaki olaylı maçta böyle hızlı ve caydırıcı yaptırımlar göremedik.

Türkiye Tek Yürek programında toplanan 115 milyar liradan haber alınamaması. Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi, yayında bağış yapacağını söyleyenlerin para vermekten vazgeçmesi olabilir. Diğer ihtimalse kayıtsız yapılan bağışın bir ak-partizana gitmesi. Bununla altın varaklı televizyon seti almış bile olabilir.

Unuttuğum bir şey varsa bu gönderinin altına eklenirse sevinirim.

Gerçekten acım çok büyük. Lütfen panik yapmayalım. Medyada depremle ilgili çıkabilecek yalan haberlere karşı dikkatli olalım. Sosyal medya kaynaklı telkinlere uyup galeyana kapılmayalım. Sakin kalmaya çalışalım.

Her kış iklim hakkında felaket senaryoları yazılıyor fakat yine de kar yağıyor ve barajlar doluyor. Derinliği olmayan bir iklim ahlakını dayatmak için bir süre beklemeniz gerekecek.

Altı ok ile simgeleştirilen Atatürk ilkelerinden ilk kez 1930'larda Kemalizm olarak bahsedilmiştir. Kurtuluş Savaşı döneminde Milli Mücadele yanlılarını adlandırmak için Kemalciler, Kemaliler veya Kemalistler denirdi. Kemaliler deyimi, 16'ncı ve 17'nci yüzyıllarda Osmanlı'ya karşı gerçekleşen Celali İsyanları'ndan neşet eden bir terimdir. Zaten bu dönemde Mustafa Kemal başta olmak üzere bu hareketin yanında duran herkese karşı aşağılar gözle bakılıyordu. İngilizlere, Fransızlara veya Yunanlara karşı zafer kazanacakları düşünülmüyordu.

Altı ilke zaten devrimin karakterinde mevcuttu. Yalnızca bir adlandırmaya ihtiyaç duyuluyordu. 1927'de bir buçuk senelik iki gecikmeyle yapılan 2'nci Cumhuriyet Halk Fırkası Kurultayı'nda Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik parti programına girmiştir. 1931'deki kurultayda ise bu ilkelere Devletçilik ve İnkılapçılık eklenmiştir.

Altı ok bayrağı, 1933'te Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki Resim-İş Bölümü’nde görev yapan İsmail Hakkı Tonguç tarafından tasarlandı. Artık kemikleşen altı ilke, 1935'te düzenlenen ve Atatürk'ün katıldığı son kurultay olan 4'üncü CHP Kurultayı'nda bir ideoloji olarak kavramsallaştırıldı ve tam da 86 yıl önce bugün yani 5 Şubat 1937'de yapılan değişiklikle anayasaya girdi.

Önce çiğ köfte, şimdi de KFC dürümü. Bu Doritos cipsinin girmediği yer kaldı mı?

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.