Sıkılmak, bu çağa ait bir kavram. Çevrede çok fazla uyaran var. Dışarı çıktığımızda abartılı -geceleri yanıp sönen- tabelalar, bilbordlar ve bilgilendirme panoları dikkat çekiyor. İlgi sürekli başka yöne kayıyor.
Bu devirde ortaya çıkan ürün de öncekileri katlayacak seviyede. Çoğu da tüketilmek için üretiliyor. Diğer kaygılar ikinci planda. Çok fazla izlenecek film, dinlenecek şarkı, okunacak kitap, gidilecek mekan ve keşfedilecek bilgi var. İnsan sınırlı ömründe nasıl hepsine vakıf olabilir?
Doğrusu çok azından haberdar olacağını kabul etmek ve bunu mesele etmemektir. Yoksa bizi eğlendirmesi veya bilgilendirmesi gereken, başka bir deyişle hayatın kasvetli yüzünü gizleyen bu şeyleri dert ederiz ve bu da iç sıkıntısına dönüşür. İç sıkıntısı, sıkılmaktan çok farklıdır. Şayet dağlar bu hisse sahip olsaydı, ansızın patlayıverip kum zerreleri haline gelebilirdi.
Evimde beş kahve makinesi var. Aldığım sıraya göre dizersem bunlar;
Fakir Vienna (2021'de Bim'den aldığım filtre kahve makinesi. Bir buçuk yıldır kullanmıyorum)
IKEA Upphetta (Hiç kullanma fırsatı bulamadığım bir litrelik French press)
Electrolux EasyPresso (Dizüstü bilgisayar ve saatle birlikte ocak ayının sonunda aldığım espresso ve türevlerini yapabilen cihaz)
Hario V60 (Radyo Voyage'da reklamlarını duyup özendim. Yalnızca bir kere kullanabildim. Çok kullanımlık bez filtre de almıştım halbuki)
Goldmaster Ziyade (Herkesin evinde bulunan Türk kahvesi makinelerinden biri)
Yine de çok kahve içebildiğim söylenemez. Tüm bunların gurme bir zevk olduğunu biliyorum ama ben daha çok çay içiyorum. Hatta sürekli çay içiyorum. Bazen böyle farklı nesnelere sahip olmak yetmiyor. İlgi alaka gerekiyor. İnsan alışkanlıklarından vazgeçemiyor.
21 Ekim 2023 yani bugün itibariyle telefonumda yüklü uygulamalar ve birkaç açıklama:
Firefox Beta (Öneri üzerine kurduğum tarayıcı. Genel olarak bunu kullanıyorum)
e-Devlet
e-Nabız
Yenibiriş
Kariyer.net
LinkedIn (İş bulmak için profil oluşturmuştum ama işe yaramadı. Benim için bir sosyal medya)
Opera (İkincil tarayıcım)
TRT İzle (İtiraf etmem gerekir ki buradan hiçbir şey izlemedim)
TRT Dinle (Türkü dinlemek için kullanıyorum)
ViMusic (YouTube Music içerikleri var)
İstanbul Senin
Moovit (İETT uygulamaları iyi çalışmayınca indirmiştim. Beş dakika şaşabiliyor)
RadioDroid (Diğer radyo uygulamalarında kanallar saatte -Huawei Watch GT 3 SE- görünmemeye başladı. Ben de bunu indirdim.
Sky Tonight (Teleskop alınca gökyüzünde ne göreceğimi bilmek için)
Spotify
Duolingo
MobilDeniz (Kredi kartımı aldığım Denizbank'ın mobil uygulaması)
Türk Telekom
İstanbulkart
Garanti BBVA (Maaş hesabım bu bankada. Yoksa adını bile hatırlamam)
BKM Express (Buna uzun süredir bakmıyordum. Kalmış öyle)
WhatsApp
Telegram
Yuito (Mastodon uygulaması. Tusky forku)
Pixelfed (Resmi uygulama)
Proton Mail (Telefonda isim bu şekilde görünüyor)
AnySoftKeyboard (Açık kaynak kodlu klavyem)
Jerboa (Lemmy sunucusu. Onu da kullanmıyorum ne zamandır)
Earth (Huawei, Google uygulamalarını desteklemiyor ama bunu indirip sorunsuz çalıştırabildim. Street View de var)
NewPipe (YouTube. Reklam yok. Arka planda da çalışıyor. Daha ne olsun?)
Squawker (Twitter. Hesap olmadan akış takip edebiliyorum. Gündemden haberdar olmak için kullanıyorum)
Stealth (Reddit. İlgimi çeken Türkçe ve İngilizce subredditleri okuyorum)
Vikipedi
Picsart (Üyeliğim yok. Sadece profil fotoğrafı yapmak istediğim fotoğraflara efekt veriyorum)
Trendyol
Dolap
Kutsal Kitap Çalışması (İncil ve Tevrat okumak için indirdiğim açık kaynak kodlu uygulama)
Tureng Sözlük
Genius (Şarkı sözü uygulaması. Ben yine de tarayıcıdan aratıyorum)
InnerTune (YouTube Music. Gayet kullanışlı ve basit)
ImgurViewer (Imgur linklerini açabilmek için)
Transistor (Yedek radyo)
Dört adet de uygulama marketi bulununuyor: F-Droid, IzzyOnDroid, FFUpdater ve Obtainium.
Bu haftanın başında keşfettiğim bir şarkıyı galiba bin kez dinledim. Tınısı, sözleri ve duygusallığı çok hoşuma gitti: Danimarkalı şarkıcı Agnes Obel'den The Curse. Bu sitede link paylaşamadığım için ekran görüntüsü atacağım.
Şarkının beni en çok etkileyen kısmı ise şu;
It was swift, it was just, another wave of a miracle
But no one, nothing at all would go for the kill
If they called on every soul in the land, on the moon
Only then would they know a blessing in disguise
Kötünün kötüyü bulması normaldir. Hatta bu, mıknatısın demiri çekmesi gibi bir doğa kanunudur. İyi birinin iyi biriyle bir araya gelmesi ise bir mucizedir çünkü evrendeki milyonlarca, trilyonlarca olasılıktan biri gerçekleşir.
Bu günlerde tek bir şey istiyorum. Buna ulaşmanın zor olduğunu biliyorum. İstememin bir nedeni de bu zorluk zaten. Kolay olsa bir anlamı kalmazdı. Sadece sonunun benim için hayırlı olmasını diliyorum.
Günlerdir süren moral bozukluğu ve yaşama karşı bıkkınlıktan kurtulmak için bu sabah erkenden yola çıkıp serin havada dolaştım. Radyoda bunalım şarkılar çalınca uzun zamandır kullanmadığım Spotify hesabım düştü aklıma. Uygulamayı indirip yıllık üyelik aldım. Dinlerken ruh halim değişti, sanki 2017'ye ışınladım. Biraz kendime geldiğimi söyleyebilirim.
İnsanın değiştiremeyeceği olaylara yüz çevirmesi ne demektir? Üstü kapalı bir bilgelik mi yoksa mücadeleden kaçan bir kolaycılık mı? Bu savaşa herhangi bir müdahalem olamayacağını biliyorum ve bunu içim kan ağlayarak kabul ediyorum. Ne bitirebilirim bu vahşeti ne de normale döndürebilirim her şeyi. Bunu yapması gereken kişiler başka yollara sapmış durumda.
Ancak böyle olayları hiç umursamamak da vicdansızlık gibi geliyor bana. Bu bağlamda söylenen "Hayat devam ediyor." sözüne de gıcık olurum. Bizim için öyle olabilir. Orada öldürülenler için değil. Sanırım en iyisi delirmeyecek kadar orta yolu bulmak. Yoksa işin sonu çok farklı yerlere gidiyor.
Çektiğim acılar beni olgunlaştırdı. Beş yıl öncesiyle kıyaslandığında başkalarına karşı daha anlayışlıyım. Peki insanları canavarlaştıran nedir? Bu ayın 7'sinden beri devam eden ve hayli köklü bir geçmişe sahip çatışmada taraflar neden bu kadar acımasız? Sanırım karşıdakileri insan olarak görmeyince öldürmek daha kolay oluyor. Onun da kendi içinde bir dünya olduğunu görmezden geliyorlar çünkü. Evrene katkısı olmayan bir kütle gibi görüyorlar. Belki de mesele budur. İnsan olduğumuzu unutuyoruzdur.
7 Ekim sabahından beri süregelen ve adlandırmakta bile zorlandığımız süreç nedeniyle dünyam resmen zindan oldu. 10 gündür kanın su gibi akmasına tanıklık ediyoruz. İntikam ateşiyle yanıp kavrulan tarafları durdurabilecek bir akıl yok. Kelimenin tam anlamıyla insanlık yıldızının söndüğü zamanlardayız.
Günlerdir doğru düzgün uyku bile uyuyamıyorum. Yemeden içmeden kesildim. Bu moral bozukluğunu işime yansıttığımı da söyleyebilirim. Çoğu insan bunun seksen yıllık bir politik sürünceme olduğunu düşünebilir, hatta kendine hak bildiği bir cephe seçebilir. Ancak ben, tüm gaddarlığıyla devam eden savaşa herhangi bir müdahalem olamayacağı için üzgünüm. Sanki yaşamamın bir anlamı yokmuş gibi geliyor son on günde.
İşin en kötü yanı ise bu savaşın hiç bitmeyecekmiş izlenimi vermesi. Bu nokta sözcükleri toparlayabilmek zor. Herhangi bir temenni veya sitem olmadan yazımı bitirmek istiyorum. Kalın sağlıcakla!
Rüstemoğlu Cemal'in Tuhaf Hikayesi adlı oyunu Harbiye Açıkhava Sahnesi'nde izledim.
Sahne, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Cemal Reşit Rey Konser Salonu ve Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin dibinde. Antik Yunanistan ve Roma'dan kalan tiyatrolara benziyor. Girişte çanta araması yapılıyor. Buranın en kötü yanı seyircilerin Beltur'dan patlamış mısır alıp oyun boyunca yiyebilmesi. Oyuna odaklanmamı bir miktar güçleştirdi bu.
Levent Üzümcü, tek kişilik dev bir kadro olmuş. Biraz yaşlı gördüm onu. Üzüldüm ama enerjisini tüm oyun boyunca koruyabildi. Seyirci ile etkileşimi ve doğaçlama sahneleri de muhteşemdi.
Oyun, meddah gibi kurgulanmış ama perde gerisindeki orkestra sayesinde müzikal havası da var. Vokaldeki Esen Koçer'in küçük rolleri de mevcut.
Girit'te başlayan hikaye Çanakkale'de sonlanıyor. Bu yönden anakronik geldi bana. Hikayeden fazla bahsedip tat kaçırmak istemiyorum. Hikayeyle paralel giden bir Aşil-Hektor anlatısı var. Cemal, kendini Aşil sanıp Hektor'unu ararken fark ediyor ki Hektor kendiymiş. Bu aydınlanma onun da sonu oluyor.
İnsanın öldüğünde değil umudunu kaybettiğinde öldüğünü söylüyor oyun. Burada ben umuttan ziyade bir coming of age gördüm ama oyun gayet keyifli. Oyunda emeği geçen başta yazar ve yönetmen Cengiz Toraman (maalesef Fetullahçıların kanalı Samanyolu TV'deki Beşinci Boyut dizisiyle hatırlıyor herkes onu) ve Levent Üzümcü'yü tebrik etmek gerekiyor.
Uzun zamandır müze-glaeri gezmiyordum. Bugün işten çıktıktan sonra Salt Beyoğlu'na uğradım. En son ocak ayında son ziyaret ettiğim yer de burasıydı.
Bu sefer Yarının Depreme Dayanıklı Şehirleri başlıklo bir sergi vardı. Fazla uzatmadan, gönderi dizisi yapmadan dört görselde size anlatacağım.
İlk fotoğrafta girişteki tanıtım yazısını görüyorsunuz. 6 Şubat depremlerini hatırlatan bir yazı var. Sponsorların logoları da en alta koyulmuş.
Bu sergide bir dizi oyun var. Başka bir deyişle interaktif tasarlanmış bir galeri karşılıyor bizi. Benim en sevdiğim zeminin depremin şiddetine etkisini gösteren maket oldu.
Mevzuattan Uygulamaya adlı bölümde depremler ve sonrasında çıkan yasalar zaman çizelgesi formunda aktarılmış.
Salonun çeşitli bölgelerine yerleştirilmiş ekranlarda konuşan uzmanlara göz ucuyla baktım ve onlardan bir tanesini de fotoğrafladım.
Arjantin'de yapılan önseçimleri minarşist Javier Milei kazanmış. Vaatleri arasında merkez bankasının kapatılıp pesonun yerine dolara geçilmesi ve sağlık ile eğitimin tamamen özelleştirilmesi var.
Arjantin yıllardır ekonomik krizden kurtulamadığı için Arjantinliler aynı şeyleri deneyip farklı sonuç almaktan vazgeçmiş görünüyor. Çift paralılık terk edilecek ve seçim ekonomisi uğruna otuz beş yaşında emekli edilen gençlere, eli ayağı tutmasına rağmen çalışmak istemeyip işsizlik aylığı alana, haddinden fazla olan memurlara ve göz boyama amacıyla zam yapılan asgari ücrete akıtmak için para basılmayacak.
Devletin küçülmesi de bana bu aşamada çok mantıklı geliyor. Türkiye'de devletin üç bankası var ve sektörün yarısını oluşturuyorlar. Devlet neden banka sahibi olur ki? Hem de üç tane. Ayrıca bu bankalar spor takımları kurarak Galatasaray ve Fenerbahçe gibi lokomotiflerle mücadele ediyor, hatta onları yeniyor. Bizim paramızla bizim gönül verdiğimiz takımları mağlup ediyorlar. Biz de enayi gibi izliyoruz.
Anlaşılan belediye ulaşım işini beceremiyor. Belki de tüm kentiçi ulaşımın özel sektöre devri tartışılmalı. Tabii Türkiye'de geçmiş deneyimlerimizden öğrendiğimiz kadarıyla özelleştirme şöyle gerçekleşiyor: Devletin sahip olduğu bir şirket önce zarar ettiriliyor, sonra da komik bir fiyata satılıyor. Bir yıl sonra bakıyorsunuz ki şirket kâr etmeye başlamış. Devletin malının deniz olduğu yerde böyle olur zaten. Ancak İspark'tan kâr edememek çok farklı bir zeka seviyesi gerektiriyor.
Sözün özü devlet elini çoğu şeyden çekmeli. Mesela polis teşkilatı lağvedilmeli. Jandarma gibi köklü bir örgütlenme varken polise gerek yok. Memur ve kamu işçisi sayısı büyük oranda azaltılmalı. Kimse otuz beş yaşında emekli olmamalı. Çalışmak istemeyene işsizlik maaşı verilmemeli. Nakdi yardımlar son bulmalı. Sadece paraya dönüştürülemeyecek yardımlar yapılmalı.
Şimdi bana devlet düşmanı diyenler olacaktır. Evet, ben bir numaralı devlet düşmanıyım. Askerliğimi yaptım ve gerek dolaylı gerek doğrudan vergimi ödüyorum. Bu ülkeye ve topluma herhangi bir borcum yoktur. Çalışıp kazandığımı hazıryiyicilerle bölüşmek zorunda değilim.
Umarım Milei başarılı olur ve neler yapacağını hep beraber izleriz.
🇸🇪 Mereyusblog
Romersk medborgare från Miklagård.
På Mastodon sedan 23.X.2021
Bara postar oviktiga tankar.
Allmän egendom (PD). Inga begränsningar.
Jag tjänar ingen inkomst av det jag lägger upp här.
🇬🇧 Mereyü's blog
Roman citizen from İstanbul.
On Mastodon since 23.X.2021.
Just posting unimportant things.
Everything I publish is Public Domain (PD).
I don't earn any income here.
🇹🇷 Mereyü'nün blogu
Civis romanus sum.
23.X.2021'den beri Mastodon'da.
Önemsiz şeyler üzerine.
Paylaştığım her şey kamu malıdır (PD).
Buradan herhangi bir gelir elde etmemekteyim.